Merhaba herkese.
Az önce son sahnesiyle birlikte hayatımın en güzel filmlerinden birini izlediğime karar verdim. Bu eşsiz keşiften sizleri de sıcağı sıcağına haberdar etmek istedim. Keşfetmek ve bunu paylaşmak elleri heyecandan titreten bir şey bence. Her neyse filmin adı, Midnight in Paris.
Daha önce duymadığım ve ansızın karşıma çıkan bir filmdi ve hatta ilk bir kaç dakikasında kapatmayı bile düşündüm. Ama keşfetmek istiyorsanız karşınıza çıkan filme, kitaba, sokağa ya da kadına, erkeğe bir şans vermek gerekir diye düşünüyorum. Bu düşünceyle devam ettim ve kendimi bulunduğum sıkıcı şimdinin çok ötesinde buldum.
İşte tam bu noktada bir güzel daha karşılaşma yaşamış oldum. Bu kısma sonra değineceğim.
Film Paris'in güzel sokaklarından, manzaralarından karelerle başlıyor, sanki bizi o ruhsal yolculuğa çıkarmak istiyor. Sıradan bir aşk filmi gibi gözükse de ansızın kendinizi zaman yolculuğunun içerisinde buluyorsunuz. Çok ileri gitmeyeceğim ama Paris'in o bozulmamış tarihi dokusu içerisinde
gezmeyi bugün deli gibi isteyen bizler kendimizi 1920'lerin Paris'inde bulsa kalbimiz ne türden bir kriz geçirirdi bir düşünün? Edebiyatın, resmin, müziğin o renkli dünyasını yaşadığı ve bugünden bakıldığında bir rüya gibi görünen o yıllara kim gitmek istemez ki... Hangimiz içinde bulunduğu yıllardan, dönemden memnun ki? Gözümüz ya hep eski de, onun zarif sadeliğinde ya da beklediğimiz tüm güzellikleri getireceğini umduğumuz gelecekte. Ama çoğumuz bu anı sevmiyoruz, bir kaç yıl öncesinde ya da sonrasında ya da başka bir ülkede doğmuş olsak çok daha mutlu olacağımızı düşünüyoruz. Ben de dertlerimle her boğuştuğumda zihnime bu düşünceler üşüşüyor. Film de işte tam bu düşünce üzerine kurulmuş ve bunu çok iyi bir şekilde ele almış.
Herkesin dört gözle beklediği ya da kaçırdığını düşündüğü Altın Çağ denilen muhteşem zaman dilimi size göre ne zaman, hangi dönemde?... Ya da öyle bir zaman dilimi var mı?
Geçmişe özenerek yaşamak mı yoksa bulunduğun zaman diliminde sıkışıp kalmaktansa onu kabul edip Altın Çağ'ını yaratmak mı? Belki bizim nefret ettiğimiz, her yerde işsizsliğin, savaşın, acımasız yarışların, adaletsizliğin olduğunu düşündüğümüz bu yıllar, elli yıl sonra 20'li yaşlarında bulunan bir gencin hayallerindeki Altın Çağ olabilir.
Biliyorum kulağa pek inandırıcı gelmiyor ama filmi izlediğinizde siz de böyle düşünebilirsiniz. Henüz tam bu kanıya kapılmış olmasam da içimde bu konuda bir ümit yeşertmeye çalışacağım sırf filmin hatrına.
Her neyse filmi izleyin ve mutlu olun.
Biraz Hemingway'le, Scott Fitzgerald'la, Picasso'yla, Dali'yle ve dahasıyla takılmak herkese iyi gelecektir eminim.
Ve gerçekten sizinle, dünyaya aynı renkten bakan bir insanı bulmanın ne kadar eşsiz bir keşif olduğunu anlamak için filmin son sahnesinde adamın gözlerine dikkatli bakın.
Eğer izlerseniz iyi seyirler dilerim ve düşüncelerinizi benimle paylaşırsanız çok mutlu olurum.
Hoşça kalın sevgili dünyalılar.


