28 Eylül 2017 Perşembe

Bir Film Tavsiyesi: Midnight in Paris



Merhaba herkese. 
Az önce son sahnesiyle birlikte hayatımın en güzel filmlerinden birini izlediğime karar verdim. Bu eşsiz keşiften sizleri de sıcağı sıcağına haberdar etmek istedim. Keşfetmek ve bunu paylaşmak elleri heyecandan titreten bir şey bence. Her neyse filmin adı, Midnight in Paris. 
Daha önce duymadığım ve ansızın karşıma çıkan bir filmdi ve hatta ilk bir kaç dakikasında kapatmayı bile düşündüm. Ama keşfetmek istiyorsanız karşınıza çıkan filme, kitaba, sokağa ya da kadına, erkeğe bir şans vermek gerekir diye düşünüyorum. Bu düşünceyle devam ettim ve kendimi bulunduğum sıkıcı şimdinin çok ötesinde buldum. 
İşte tam bu noktada bir güzel daha karşılaşma yaşamış oldum. Bu kısma sonra değineceğim.
Film Paris'in güzel sokaklarından, manzaralarından karelerle başlıyor, sanki bizi o ruhsal yolculuğa çıkarmak istiyor. Sıradan bir aşk filmi gibi gözükse de ansızın kendinizi zaman yolculuğunun içerisinde buluyorsunuz. Çok ileri gitmeyeceğim ama Paris'in o bozulmamış tarihi dokusu içerisinde
gezmeyi bugün deli gibi isteyen bizler kendimizi 1920'lerin Paris'inde bulsa kalbimiz ne türden bir kriz geçirirdi bir düşünün? Edebiyatın, resmin, müziğin o renkli dünyasını yaşadığı ve bugünden bakıldığında bir rüya gibi görünen o yıllara kim gitmek istemez ki... Hangimiz içinde bulunduğu yıllardan, dönemden memnun ki? Gözümüz ya hep eski de, onun zarif sadeliğinde ya da beklediğimiz tüm güzellikleri getireceğini umduğumuz gelecekte. Ama çoğumuz bu anı sevmiyoruz, bir kaç yıl öncesinde ya da sonrasında ya da başka bir ülkede doğmuş olsak çok daha mutlu olacağımızı düşünüyoruz. Ben de dertlerimle her boğuştuğumda zihnime bu düşünceler üşüşüyor. Film de işte tam bu düşünce üzerine kurulmuş ve bunu çok iyi bir şekilde ele almış.
Herkesin dört gözle beklediği ya da kaçırdığını düşündüğü Altın Çağ denilen muhteşem zaman dilimi size göre ne zaman, hangi dönemde?... Ya da öyle bir zaman dilimi var mı?
Geçmişe özenerek yaşamak mı yoksa bulunduğun zaman diliminde sıkışıp kalmaktansa onu kabul edip Altın Çağ'ını yaratmak mı? Belki bizim nefret ettiğimiz, her yerde işsizsliğin, savaşın, acımasız yarışların, adaletsizliğin olduğunu düşündüğümüz bu yıllar, elli yıl sonra 20'li yaşlarında bulunan bir gencin hayallerindeki Altın Çağ olabilir. 
Biliyorum kulağa pek inandırıcı gelmiyor ama filmi izlediğinizde siz de böyle düşünebilirsiniz. Henüz tam bu kanıya kapılmış olmasam da içimde bu konuda bir ümit yeşertmeye çalışacağım sırf filmin hatrına. 
Her neyse filmi izleyin ve mutlu olun. 
Biraz Hemingway'le, Scott Fitzgerald'la, Picasso'yla, Dali'yle ve dahasıyla takılmak herkese iyi gelecektir eminim.
Ve gerçekten sizinle, dünyaya aynı renkten bakan bir insanı bulmanın ne kadar eşsiz bir keşif olduğunu anlamak için filmin son sahnesinde adamın gözlerine dikkatli bakın.

Eğer izlerseniz iyi seyirler dilerim ve düşüncelerinizi benimle paylaşırsanız çok mutlu olurum.
Hoşça kalın sevgili dünyalılar.

22 Eylül 2017 Cuma

Necip Fazıl - O ve Ben



Bir yazarı tanımak için belki düşüncelerini, duygularını, ızdıraplarını daha iyi anlamak için başvurulması gereken önemli kaynaklardır; otobiyografi, anı ya da hatıra kitapları. Bir hayatın arkaplanı gibidir. Necip Fazıl'ın "O ve Ben" adlı otobiyografik eseri de hem onun hem de Es'Seyyid Abdülhakim Arvasi'nin hayatına yer veren bir eserdir. Necip Fazıl, bu eserini üç ana bölüme ayırmıştır: 
1. Tanınıncaya Kadar
2. Tanıdıktan Sonra 
3. O Günden Beri

Necip Fazıl'ın hayatını işte bu üç bölümle yani Es'Seyyid Abdülhakîm Arvasî ile özetlemek mümkündür. O'nunla tanışmadan önceki hayatını şu sözlerle anlatır:

"Ve ıstırap, ıstırap, ıstırap... Kendi kendine gelmediği zaman zorla arayıp da bulduğum, bulmak için her şeyi yaptığım, her vesileyle tökezleyip dümdüz yürümeye razı olmadığım ve daima inkisarına istekli çıktığım ıstırap..." 

Bu sözler anlayan ve hisseden aynı zamanda onun gibi arayışta olan insanlar için ne büyük mana içermektedir. Bedenin ötesinde çekilen bu acıyı kim bilir başka hangi dertliler hangi sözlerle anlatmıştır?...
Onunla tanıştıktan sonra da bitmez ızdırapları, yaşadığı gitgelleri de şu cümlelerle anlatır:

"Efendi Hazretlerini her görüşümde insan, ondan her ayrılışımda hayvanım... Yalnız ağzı ve kalbiyle birtakım doğruları geveleyen, fakat teniyle çöplükte yaşayan bir hayvan..." 

Bunun yanında kitabı okurken Yahya Kemal'e, Ziya Gökalp'e, Abidin Dino'ya, Nazım Hikmet'e, Ahmet Hamdi'ye, Hamdullah Suphi'ye, Yakup Kadri'ye ve Abdülhak Hamid'e uzun ya da kısa bahislerle denk gelebilirsiniz. Kitap boyunca Necip Fazıl'ın maddi alemdeki yaşamına çocukluğundan itibaren tanıklık eder hapislerini, sürgünlerini, türlü zorluklarını, Büyük Doğu Mecmuası için verdiği mücadelelerini okursunuz. Ancak bunların ötesinde kitabın merkezinde Necip Fazıl'ın manevi yolculuğuna şahitlik eder ve ızdıraptan, çileden bahsederken neyi kastettiğini daha iyi anlarsınız. Ya da kitabı kapattığınızda 'Ben' isimli şiirini bir kez daha okur ve daha iyi anlarsınız. 

"Ben, kimsesiz seyyahı, meçhuller caddesinin...
Ben, yankısından kaçan çocuk kendi sesinin...
Ben, sırtında taşıyan işlenmedik günahı; Allah'ın körebesi, cinlerin padişahı...
Ben, usanmaz bekçisi, yolcu inmez hanların; 
Ben tükenmez ormanı, ısınmaz külhanların...
Bem, kutup yelkenlisi, buz tutmuş kayalarda; 
Öksüzün altın bahtı, yıldızdan mahyalarda...
Ben, başı ağır gelmiş, boşlukta düşen fikir; 
Benliğin dolabında, kör ve çilekeş beygir...
Ben Allah diyenlerin boyunlarında vebal; 
Ben bugünküne mazi, yarinkine istikbal...
Ben, ben, ben; haritada deniz görmüş, boğulmuş; 
Dokuz köyün sahibi, dokuz köyden kovulmuş...
Hep Ben, ayna ve hayal, hep ben, pervane ve mum; 
Ölü ve Münker-Nekir, başdönmesi uçurum..."


*** Zamanını ayırıp okuduysan beğen, yorum yap ya da paylaş ki sana teşekkür edebileyim :)

30 Mart 2017 Perşembe

Semâlardan Başıma İnen Taç



Sevgili Z. aklım en son konuştuğumuz konuda takılıp kaldı. 
Kendi kendime düşünüyorum şimdi, ben neden başıma bu örtüyü örttüm? Neden hayatımın bir parçası, önemli bir parçası haline getirdim? 
Acaba içinde bulunduğum geleneğin bir devamı olarak mı yoksa arasında yaşadığım insanların baskısı sonucu mu vermiştim bu kararı? Düşünüyorum Sevgili Z. ben bu kararı kendim mi vermiştim yoksa birileri ya da bir şeyler tarafından mı verilmişti bu karar? Girdiğim bu sorular girdabında en sonunda sakin olup tüm seçenekleri tek tek ele almaya karar verdim. 

İlk seçeneğim neydi; gelenek. Evet, Müslüman bir aileye mensup biri olarak yaşıyorum. Üzülerek söylemem gerekiyor ki günümüzde dinimize ait bir çok inanç gelenekselleşmiş bir hal almış. Artık insanlar aslında İslam dinine ait birçok uygulamayı, inancı asıl anlamını yitirmiş bir şekilde yaşamaktadır. Özellikle de toplumun eğitim seviyesi daha düşük kesimlerinde başörtü anneden kıza geçen geleneksel bir havaya bürünmüş. Çoğu kız daha ne anlam taşıdığını bilmeden daha çok küçük yaşlarında başörtüsünü aslında adına tülbent dediğimiz örtüleri takmakta ve çoğu kez bunlar gelişigüzel her an başından düşecekmiş gibi bağlanmaktadır. Çoğuna sorsanız başındaki örtünün anlamını, düzgün bir cevap veremez belki de. Çünkü genellikle onu başına "Kızların başı açık olmaz, ayıp!" denilerek babasının kızgın bakışları, annesinin uyarıcı sesi eşliğinde takmıştır. Üzgünüm ama bunun bizi yaratanın ve bize gönderdiği kitabında yer alan örtünün emriyle hiç ama hiç ilgisi yoktur. Elbetteki bu ve bundan sonraki genellemeler herkesi bağlamaz, bunu da ayrıca belirteyim şimdiden. Ama benim gözlemlediğim geleneksel kapanma bu şekilde Sevgili Z. ve ben bu şekilde örtünmedim. Kız çocuklarına dayatıldığı, annemde gördüğüm için ya da anlamını bilmemeksizin başımın üstünde taç yapmadım bu örtüyü. O nedenle ilk seçeneğimizi elemiş bulunuyorum. 

İkinci seçenek ise baskıydı Sevgili Z. 
Bu seçeneği hızlıca eleyecek gibiyim. Çünkü bildiğin gibi babam hayatımın son beş yılına kadar üç dört senede bir gördüğüm bir insandı. Babamın izne geldiği üç dört aylık süreçte de ancak bize kendini yeniden tanıtma, sevdirme ve gideceği güne hazırlama aşamaları ile geçiyordu. Yani bu kısa süreçte hayatımı böylesine derinden etkileyecek bir konuda baskı yapması çok da mümkün gözükmüyor gibi çünkü yapacağı en ufak bir baskı ondan kopmamıza sebep olabilirdi. Bu yüzden onunla ilişkimiz genellikle bizim baskımız altında ilerliyordu. Gelelim anneme, ailemizin neredeyse tüm yükünü sırtına almış ve yorgun düşmesine ramak kalmış anneme. O, her zaman bize koruyucu bir yaklaşımla davranmıştır. Bizi dışarıya karşı sürekli korumakla kendini görevlendirmiş, alacağımız darbelere karşı bizi bir savaşçı haline getirmeye çalışmıştır. Bu eğitiminde kullandığı yöntem ise, doğruyu, yanlışı anlat ve yaşamın içinde ayırt etmelerinde onları özgür bırak. Annemin bu felsefesi beni ve kardeşlerimi birçok yönden hayata en iyi şekilde hazırlamıştı. Bu nedenle bizi seçim yapmada özgür bırakan bir annenin, örtünme konusunda da baskı yapmayacağından eminim. Zaten her dört kız kardeşten her birimizin örtünme zamanları birbirinden çok farklıdır hatta en küçüğümüzün buna şimdilik pek niyeti yok ve hiç olmasa da hiç sorun değil. Çünkü onun iç dünyasındaki gelişmelere daha çok önem veriyoruz. 

Şimdi sözün özüne gelelim mi, örtündüğüm onu aşkın yıldır kazandığım tecrübelere göre neden başımda bu örtüyü taşıdığımı açıklamak isterim. 
Başımdaki bu örtüm senin de söylediğin gibi Sevgili Z. benim bayrağım. Ama bu bayrak siyasi bir görüşü, mensup olunan herhangi bir görüşü ya da çok çok başka şeyleri bir tarafı, bir kutbu temsil etmemektedir. Bu bayrak benim iç dünyamı simgeleyen ve bunu korumama yardımcı olan bir zırh gibidir. Bu başıma taç ettiğim örtü, herhangi bir maddi anlamı içermemektedir. İnsanların, hatta Müslümanların düştükleri en büyük yanlış nedir biliyor musun? Her şeyi maddeleştirmek. Bu yüzyıllar içerisinde o kadar ileriye gitti ki  dinimizi, İslam dinini dahi bu maddeleştirmenin içerisine kattılar. Aslı, manaya ve ruha dayanan semalar ötesi bir sonsuzluğun içinden bir nurdan aleme yayılmış olan dinimizin öğretilerini, inançlarını, uygulamalarını birkaç temsilin, simgenin, maddi unsurların içerisine hapsettiler. 
"Allah sizin dış görünüşünüze ve mallarınıza bakmaz. Ama o sizin kalplerinize ve işlerinize bakar.hadisinin aksine kullar, birbirlerinin kıyafetlerine, sözlerine, davranışlarına, giydiği kıyafetin metresine, rengine, şekline bakar oldu. Hatta bazı insanlar, kadın ve erkek dengesini en iyi şekilde kurmuş olan dinimizin aksine erkek egemenliği altında yaptıkları anlatılarında dini sadece kadınların girmesi zaruri olan kapalılık ve erkeklere yapması gereken vazifeler üzerinden anlatmaya başlamaları sanırım girilmiş olan en büyük yanlışlardan. Özellikle de erkeklerin günaha girmesine vesile olarak kadınların gösterildiği anlatılar karşısında ise insanın aklını yitirmemesi mümkün değil. 

Halbuki tüm bunların aksine Sevgili Z. biz kadınlar erkeklerin uyguladıkları baskı yüzünden ya da onların günaha girmemesi için ya da geleneksel bir anlayışla ya da bir düşünceyi, görüşü, tarafı temsil etmek adına örtünmüyoruz. Biz yalnız ve yalnız bize bu ruhu, bu hayatı bahşetmiş olan Allah'ın ruhumuza, kalbimize daha iyi bakabilmemiz için emrettiği söz üzerine örtünmüş durumdayız. Allah, rehberimiz olan kitapta demiştir ki "Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler. Baş örtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler(...) hepiniz Allaha tevbe edin ey mü'minler ki felâh bulabilesiniz." Biz bu 'korumak' sözünden birçok insanın anladığı gibi sapık ruhlu erkeklerden ya da erkeklerin günaha girmesine engel olmak için örtünmeyi anlamıyoruz. 
Biz bu sözden şunu anlıyoruz: Kadınlarınıza söyleyin örtünsünler çünkü dünya binbir çeşit tehlikelerle doludur. Bu tehlikeler ki aşkla yaratılmış saf ve temiz olarak dünyaya gönderilmiş sizlerin kalplerini kirletebilir, karanlık izler bırakıp ruhunuzun saflığını yutabilir. Bu nedenle örtünün ki başınızdaki örtü sizi kirli ortamlara girmekten alıkoysun, yerseniz ruhunuza zarar verecek yiyeceklerden tatmanızı engellesin, hayatınızı karanlığa çevirecek safi duygularınızdan uzaklaştıracak ilişkilere girmeniz durumunda size bir kalkan olsun. Size ey kadınlar, bu örtü fani hayatınız boyunca bir hatırlatıcı olsun, kim olduğunuzu, nereden geldiğinizi ve nereye gideceğinizi, bu dünyadaki var olma amacınızı hatırlatan bir uyarıcı olsun. Bu örtü sizin kalbinizin zırhı olsun. 
Biz kadınlar bu ilahi emirden bunu anlıyor ve anlamak istiyoruz. Başımızdaki örtü bizi kapatmıyor bizim semâların ötesiyle yani özümüzle bir bağ kurmamızı sağlıyor. Ruhumuzu ve benliğimizi köleleştirmeden, esir bir anlayışın hizmetine sokmadan özgürce kulluğumuzu yapmamızı ve yaratıcımızı hatırlayıp ona sevgiyle bağlanmamızı sağlıyor. Bu nedenle defalarca tüm nezaketimizle rica ediyor ve örtümüze karışmamanızı bizi onunla ve dolayısıyla manevi hayatımızla başbaşa bırakmanızı istiyoruz. Zaten tüm eleştirdiğiniz başörtüsü takma şekilleri, başörtüsünün altına giyilen kıyafetler, başörtülü kızın davranışları, ilişkileri, yaşam tarzı sorunları da dini maddeleştirmenizden, başörtüsü ve onun gibi birçok unsuru manevi anlamlarından kopardığınız için olduğunu hiç düşündünüz mü? Belki de bugün o eleştirdiğiniz kadınları özgür bıraksaydınız, onların dinleri ile olan bağlarını önce maddi unsurlarda kılıkta, kıyafette, davranışlarda, ilişkilerde vs. değilde iç alemlerinde, manevi hayatlarında kurmalarına izin verseydiniz sizce günümüzdeki birçok sorun kendiliğinden hallolmaz mıydı? Manevi hayatında ilerleme katetmiş, tüm alemleri yaratmış olan yaratıcıları ile bir bağ kurmuş insanda ne gibi bir eleştirilecek eksiklik, kusur bulabilirdiniz ki? Bulamazdınız hatta şimdi de bulmak size düşmezdi aslında. Çünkü siz çok bilen ve eleştiri uzmanları sizin kulluğunuz ne durumdaydı ki başkalarının kulluğu hakkında bu kadar konuşmaya vakit bulabiliyordunuz?
Sözün özü Sevgili Z. herkes bilmeliydi ki biz ne onlar dediği için eleştirdiği, kınadığı, bağırdığı çağırdığı için ne de maddi, dünyaya ait bir anlam üzere örtünmemiştik.
Biz yalnız ve yalnız Allah emrettiği için ve Allah'ın sevgisini, rızasını kazanmak ve ruhumuza, kalbimize sahip çıkmak için kapanmamıştık, örtünmüştük vesselam.


4 Ocak 2017 Çarşamba

Biz Kırım'dan Çıkanda Kar Yağmadı Kan Aktı


Merhaba dünyaya bağımlı olan ve olmayan insanlar. 

Yeni umutlarla, yeni heveslerle, beklentilerle başladığımız yılın ilk yazısında sizlere Kırım'dan ve Kırım'ın ve hatta Türk dünyasının önemli yazarlarından birisi olan Cengiz Dağcı'dan bahsetmek istiyorum. Lisans yıllarında aldığım Türk Dünyası Edebiyatları dersi vesilesiyle zihnimde ve gönlümde önemli bir yer edinmiş olan Türk Dünyası Coğrafyası ve burada yaşananlar ve ağırlıklı olarak yaşanan acılar benim bugünüme ışık tutmuş ve tarihin, edebiyatın aslında yolumuzu bulmamızda ne kadar önemli rol oynadığını göstermiş bulunmaktadır. Bu vesileyle dersi aldığımız hocamıza da teşekkürlerimi bir borç bilirim. 


Türk dünyasından pek çok önemli yazarımız, şairlerimiz vardır. Cengiz Aytmatov, Ayaz İshaki, İsmail Gaspıralı, İsmail Bozkurt ve benim için yeri bir başka olan Cengiz Dağcı, bu coğrafyalarda yaşanan Türklerin hikayelerine,acılarına,uğradıklarısoykırımlara eserlerinde yer vermişlerdir.Evet yanlış okumadınız Türklerin uğradığı soykırımlardan bahsediyorum. Özellikle de II. Dünya Savaşı döneminde Cengiz Dağcı'nın eserlerinde bu konuyla ilgili olarak bolca hikayeye şahit olabilirsiniz. 
Bu konu ayrıca konuşulması gerektiği için burada bırakıp, yazımın ana konusu olan Cengiz Dağcı'nın eseri Korkunç Yıllar'a geçmek istiyorum. 

Cengiz Dağcı'dan kısaca bahsedecek olursak, kendisinin ifadesiyle "Doğduğunuz gün siz bir Gurzuf türküsü olursunuz." dediği Kırım'ın Gurzuf kasabasında doğmuştur. Ancak gözlerini açtığı 1919 yılı pek de bir çocuğun büyüyebileceği yıllar değildir. Gerçi geride bıraktığımız pek çok yıl pek çok coğrafyadaki özellikle de Orta Doğu ve Orta Asya'daki Türk memleketlerindeki çocuklar için büyüyebilecekleri yıllar olmamıştır. Bu gidişle yılların değişeceğini de pek sanmıyoruz, zira bence bütün dünya halklarının ortak olarak kabul ettikleri tek görüş bu olsa gerek. 

Cengiz Dağcı'nın hayatı ile Korkunç Yıllar eseri büyük ölçüde birbirine benzediği için onun hayatına ayrıca değinmeye gerek yok doğrusu. Romanın kahramanı Sadık Turan, aslında gerçek yaşamdaki Cengiz Dağcı'dır. 

Romanda II. Dünya Savaşı yıllarında Rusların aslında bir seçenek bırakmaması üzerine Kırım Türkleri gibi diğer Türk halkları da savaşmak zorunda kalmışlardır. Aslında onların bir kısmı kendi vatanları için, Kırım, Özbekistan, Kırgızistan için kısacası Türkistan ülküsü için savaştıklarını sanmışlardır. Ancak bir kısmı ise Sovyet Rusya'nın eğitim, sosyal, ekonomik, kültürel hayatta uyguladıkları politikaları sebebiyle Türklüklerini, milli şuurlarını unutmuş ve askeri üniformanın verdiği heyecanla savaşmışlardır. Eserde milli bilinç içinde olan Türkleri Sadık Turan temsil ederken milli bilinçten uzaklaşmış, kimlikleri unutturulmuş Türkleri ise Süleyman temsil etmektedir. Öyle ki Ruslar tarafından Türklerin dillerine karşı yapılan bir baskı olarak Latin harfleri kaldırılmış yerine Rus harfleri getirilmiştir. Bunu haber alan Sadık Turan, arkadaşı Süleyman'a şunları söyler:


"Şu gazetelere bak. Senin dilin, benim dilim. Atalarımızın, dedelerimizin dili. Bir milletin varlığı, dili ve yurdu ile belli olur, öyle mi? Yüz elli yıldır, eski, Çarlık idaresi, bizi cennet yurdumuzdan sürdü, astı, kesti. Bugünkü Kızıl Rus idaresi de, şuracıkta bir avuç Tatar'ın canlı dilini kesiyor..."

Sadık'ın bu ifadeleri o kadar önemlidir ki zira bir milletin var olması için zaruri olan unsurlardan bahsediyor. Evet bir millet dili ve yurdu ve dini var oldukça ayakta durabilir ve varlığını koruyabilir. Ki yüzyıllardır bazı devletler yok etmeye çalıştıkları milletlerin dillerine, kültürlerine, inançlarına yaptıkları saldırılarla ve ardından da zayıf düştükleri anda vatanlarına yaptıkları saldırılarla nice zulüm etmişler, nice toprakları kana bulamışlardır. Tıpkı içinde yaşadığımız yıllar içerisinde yaşanılan olaylar gibi...

Hatta öyle ki geçenlerde yaptığım çalışmalar esnasında sömürgecilik politikasını benimseyen devletlerin halkbiliminden dahi faydalanarak sömürdükleri milletlerin kültürlerini, gelenek, göreneklerini, adetlerini, inançlarını vs. incelemişler bunlar üzerine çalışmışlar ve sömürgelerini elde tutmaya çalışmışlardır. Bizler ise hala halkbilimi, halk edebiyatı, edebiyat, tarih ne işe yarar ki diye oturup baş ağrıtıcı gevezelikler yapıyoruz.
Ziya Gökalp'in dediği gibi milli bilinci,uyanışı, milli birliği sağlamak için milli kültürün korunması gerekir. Bunun içinde elbetteki en başta dilin, dinin ve vatanın korunması ve diri tutulması lazımdır.

Cengiz Dağcı'da bu bilinçle bu eserini kaleme almıştır. Aynı zamanda bir tesbihin taneleri gibi dağılmış olan Türk coğrafyasına seslenmekte, geçmişte yaşanılan ve izleri hala silinmemiş olan acı hatıraları ilelebet hatırlayıp aynılarının bir daha yaşanmaması için bunlardan bir sonuç çıkarmamızı istemektedir. 

Bir insanın yaşayabileceği en ağır şeyleri yaşamış olan Kırımlılar ve diğer Türk halkları savaşa rağmen, kendi vatanlarında uğradıkları hakaretlere, sömürülere, infazlara, hapsedilmelerine, evden işe giden babaların ansızın ortadan kaybolmalarına rağmen, vatandan sürgün edilmelerine rağmen, düşmana esir düşmelerine, esir kamplarında avuç dolusu bitlerle, insanın kalbini donduracak soğukla, yüz gram ekmekle karın doyurma çabalarına, türlü işkencelere rağmen, kendi ölüm çukurlarını kazmak zorunda kalmalarına rağmen çoğunun bir daha anayurda dönememelerine rağmen bu insanlar yaşamaya devam etmiştir. Hatta bunların her birini ve daha fazlasını yaşamış olan Cengiz Dağcı gibi yüzünden gülümsemeyi eksik etmemiş olanlar da vardır.

Üstelik bu insanlar onlara bunca zulmü reva görenlere bir taarruzda dahi bulunmamış insanlardır. Bu insanlar evinden, ailesinden, toprağından, hayvanlarından, tarlasından başka derdi olmayan gönlü temiz, zihni temiz, hayatları temiz insanlardır. Ancak bu insanlar bir soykırıma uğramış ve bundan dünyanın büyük bir kısmının haberi olmamıştır. Ben de bu nedenle onlara karşı hissettiğim bir vazife ile bu yazıyı paylaşıyorum. Dilerim ki bu yazı ile bir kaç gönülde Türk coğrafyasının dört bir yanında zulüm altında sessiz sedasız solan bu insanlara karşı bir sevda oluşur, dilerim ki her biri için rahmet ve dualar okunur. Selâmetle... 

Not: Kırım ile ilgili en sevdiğim türkü olan "Biz Kırımdan Çıkanda" Türküsünü tavsiye ederim.!


Bir Film Tavsiyesi: Midnight in Paris

Merhaba herkese.  Az önce son sahnesiyle birlikte hayatımın en güzel filmlerinden birini izlediğime karar verdim. Bu eşsiz keşiften...