22 Ağustos 2015 Cumartesi

Sınırlara Rağmen Yaşamak: Heiran Filmi



Kelimelerden değil duygulardan oluşan bir dilin varlığına inanır mısınız?


Yazımın her bir harfini birazdan bahsedeceğim filmin final müziği eşliğinde derin bir hissiyat içerisinde yazıyorum. Düşüncelerim, duygularımla çatışma halindeyken inanın yazmak hiç kolay değil. Müziğin eşliğinde hareket eden parmaklarım sanki klavyenin tuşlarına değil de bir piyanonun tuşlarına basıyor gibi narin ve ritmik davranıyor. Filmin müziği gibi kendisi de bir şiirin mısralarından dökülmüş görüntüler halinde insanı farklı bir dünyanın eşiğine götürüyor.
Film İran yapımı. İsmi Heiran. Başroldeki erkek karakterin ismi aynı zamanda. Kızın adı ise Mahi. Görüyorsunuz ya isimleri dahi bir şiirin parçası gibi. Yaşadıkları hayat ise bir şiirden, bir öyküden, bir romandan ibaret ya da bunların herhangi birisinden alıntı değil tam olarak yaşamın ta kendisi. Sınırlar içerisinde kurulmuş dünyamızın en acı gerçeklerinden birisi.
“Savaşta, aşk yaşamak cesaret ister.” demiştim kendi kendime bir süre önce bitirdiğim bir kitabın ardından. Bu filmi bitirince de aynı cümleyi kurdum yüreğimden, içimden. Sınırların, savaşların olduğu bir dünyada insan neye nasıl güvenip sevebilirdi ki, kalın duvarların ayırdığı topraklar üzerinde iki hayat nasıl bir olabilirdi ki?
Mahi İran’da yaşayan henüz okula giden küçük bir kızdır. Bir gün okuldan eve giderken otobüste bir çocuk ile göz göze gelir. O an sözcüklerle değil bakışlarla bir iletişim kurulmuştur iki insan arasında. Onlar için bu yeterli olmuştur. Sevmek için hayatını birbirine adamak için bu yeterlidir onlara. Çünkü onların gözleri ilk kez bir başkasının gözleriyle muhabbet etmiştir. Bu bizim gibi gözleri siyah lekelerle dolmuş insanların anlayabileceği bir şey değildir. Onların ikinci buluşmaları yine bu otobüste olmuştur ve yine sözcüklerle değil bu defa bir ekmek aracılığıyla konuşmuşlardır. Garip geliyor değil mi? Ama bu bile onları utandırıyor, mahcup ediyor. Bir ekmek onların sevgisinin şahidi ve simgesi oluyor. Bir ekmek kadar kutsal oluyor sevgileri, kirlenmiş ve anlamlarını yitirmiş sözcüklerin çok uzağında bir sevda çiçek misali büyüyor içlerinde.
Her şey bu kadar masalımsı iken kahramanlarımız kendilerini birden yeryüzünün acımasızlığı içerisinde buluyorlar. Bir Afgan mültecisi olan Heiran, İran’da kaçak bir şekilde çalışmanın gayretini veriyor ve ilk sınırları kaldırma mücadelesini filmde burada görüyoruz. İkinci mücadeleyi ise bu defa Mahi babasına karşı veriyor ve her şeyi göze alarak içinde ilk defa sevgisini büyüttüğü bir adamın peşinden gidiyor ve evleniyorlar. Bütün imkansızlıkların sınırlarını zorladığı bir yaşam içerisinde onlar birbirlerinin sevgisine sarılıyorlar ve “Sevgi karın doyurmaz!” sözüne inat yüzlerinden gülümseme, gözlerinden güneş gibi parlayan sevdaları eksik olmadan yaşamaya devam ediyorlar.
Ne var ki, dünya bütün kararlılığıyla onları ayırmaya yemin etmişçesine dört bir taraflarını kuşatıyor. Heiran, bir gün bütün zenginliği olan hamile eşini bıraktığı küçük masalımsı evlerine geri dönemiyor. Çünkü o, artık adına sınır denilen bir çizginin öteki yanındadır. Peki, böylesine güçlü bir sevgiye sahip insanlara gözlerimizle dahi göremediğimiz haritadaki çizgiden ibaret olan bir sınır engel olabilir mi?
Mahi, işte tam da bu sorunun cevabını almak üzere sınır denen yere gidiyor. Kucağında yeni doğan kızı. Tek derdi sevdiği adamı bulabilmek. Pasaportun dahi ne olduğunu bilmeyen bir masumiyet ile İran-Afganistan sınırında tüm dünyaya meydan okuyor. Görülmeyen sınırların altında yatan para, siyaset, politika, egemenlik, hükümdarlık, büyüklük, zenginlik, hırs gibi şeyler onun dünyasında yer almıyor. O sadece bütün hayatını bir bisikletin arkasında elinde çiçeği, uçuşan örtüsü, yüzündeki mutluluk, gönlündeki sevdayla önündeki adama tutunmak, ona sımsıkı sarılmak ve sevmek sadece sevmek istiyordu. Sizce çok şey miydi bu?
Alt yazısını bir türlü bulamadığım ve en sonunda merakıma yenik düşerek orijinal dili Farsça’yla izlediğim ve birkaç kelimesi dışında hiçbir kelimesini anlamadığım bu filmi izlediğimde Mahi ve Heiran’ın dertlerine, sevdalarına ortak olabildiysem, onları kalbimdeki ismini dahi bilmediğim bir lisanla anlayabildiysem o halde sınırlara gerek var mıdır diye düşünüyorum. O halde insan olmamız en büyük ortak özelliğimiz ise dillerimizin, milletlerimizin, dinlerimizin, düşüncelerimizin, paralarımızın, hırslarımızın oluşturduğu sınırlara ne kadar ya da ne için ihtiyacımız var? Ya da sadece bir sınır çizsek insanlığımız dışındaki tüm diğer özelliklerimizi sınır dışı etsek sonuç ne olurdu?
Biliyorum günümüzde on milyondan fazla insanın vatansız kaldığı, her yerinde feryatların koptuğu, çocukların öldüğü, babaların evlerine bir daha geri gelemediği, annelerin ağlamaktan başka çareleri kalmadığı, savaşın diri bir kalp bırakmadığı bir dünyada elbette ki bu soruları sormam çok manasız, haklısınız.
Selametle.

30 Temmuz 2015 Perşembe

Ehl-i Keşif Kervanı

Merhabalar efendim.
Yeni bir başlangıç mı yoksa sonunu getiremediğim bir başlangıcın devamını mı yaşıyorum sorusunun cevabını bilemediğim bir süreçte bir aralıkta hatta belki de araftayım. Bazı günler heyecanlı, aksiyoner, ümitli olduğum bazı günler de gözyaşlarımdan nefes alamayacak kadar ağlamak istediğim zamanlar içerisindeyim. İşte kendime duygusal olarak yaşattığım bu değişimler ruhumda hasarlara sebep olurken farklı ruhsal deneyimlere şahit oluyorum.
İnsan garip bir varlık! Görünümünün altında bambaşka özellikler barındıran ve keşfedilmeye açık bir varlık! Yaratılma sebebiyle yaratılış özelliklerinin birebir örtüştüğü bir varlık! Görünen maddesinin altında var olan metafizik özellikleriyle aslını yansıtan bir varlık! Ruhun ve bedenin eşsiz bir şekilde uyum sağlayabildiği bir varlık!
Bu medcezirli sürecimde öğrendim ki keşfedilmeye müsait olan insan aynı zamanda keşfetmek için de ruhu ve bedeninin ortaklığında müsait bir varlık. Küçük bir âlem olan insan büyük âlemi bilme arzusu içerisinde. Ve işte bu bilme arzusu karşılanan insan mutluluk basamağına ulaşıyor. Bilme arzusu karşılanan ruh yeniden yapılandırılıyor ve tazeleniyor. Böylece gün boyu çeşitli sebeplerden dolayı yorgun düşen beden de ruhun bu yenilenmesi sonucu direnç kazanıyor. Ruhunun bilme isteğini karşılayan insan ilim yolunda adım adım ilerliyor ve sonunda ilim toprağında büyüttüğü, kökleri semaya uzanan bir ümit içerisinde varlığının sebebini kavramanın hazzını yaşıyor. Bu devreden sonra da bu insan gözyaşını dahi ilimden aldığı kuvvetle yine ilim için akıtıyor.
İnsan kumaya, araştırmaya,keşfetmeye olan talebi oranında ruhunu kendi âlemine kavuşana dek bu âlemde genç ve temiz tutabiliyor.
İlmini arttırma uğruna yollarda düşe kalka yürüyen keşif ehline selâm eyler ve onların kervanına yetişebilmeyi ümid ederim. Vesselâm.

Bir okuyucumun yaptığı güzel yorumda yer alan Bediüzzaman Said Nursi'nin insanı anlatan o muhteşem ve kıymetdâr sözlerini asıl metne taşımak yazının faidesini arttıracağını düşündüğümden ekleme yapmayı uygun gördüm:

· İnsan şu kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi,
· Ve hakikat-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm cihetiyle çekirdek-i aslîsi,· Ve kâinat Kur'ân'ının âyet-i kübrası,· Ve İsm-i Âzamı taşıyan âyetü'l-kürsîsi,· Ve kâinat sarayının en mükerrem misafiri,· Ve o saraydaki sair sekenelerde tasarrufa mezun en faal memuru,· Ve kâinat şehrinin zemin mahallesinin bahçesinde ve tarlasında, varidat ve sarfiyatına ve zer' ve ekilmesine nezarete memur,· Ve yüzer fenler ve binler san'atlarla teçhiz edilmiş en gürültülü ve mes'uliyetli nâzırı,· Ve kâinat ülkesinin arz memleketinde, Padişah-ı Ezel ve Ebedin gayet dikkat altında bir müfettişi, bir nevi halife-i arzı,· Ve cüz'î ve küllî harekâtı kaydedilen bir mutasarrıfı,· Ve semâ ve arz ve cibâlin kaldırmasından çekindikleri emanet-i kübrâyı omuzuna alan,· Ve önüne iki acip yol açılan, bir yolda zîhayatın en bedbahtı ve diğerinde en bahtiyarı,· Çok geniş bir ubudiyetle mükellef bir abd-i küllî,· Ve Kâinat Sultanının İsm-i Âzamına mazhar ve bütün esmâsına en câmi bir aynası, ve hitabât-ı Sübhâniyesine ve konuşmalarına en anlayışlı bir muhatab-ı hassı,· Ve kâinatın zîhayatları içinde en ziyade ihtiyaçlısı,· Ve hadsiz fakrıyla ve acziyle beraber hadsiz maksatları ve arzuları ve nihayetsiz düşmanları ve onu inciten zararlı şeyleri bulunan bir biçare zîhayatı,· Ve istidatça en zengini,· Ve lezzet-i hayat cihetinde en müteellimi ve lezzetleri dehşetli elemlerle âlûde,· Ve bekaya en ziyade müştak ve muhtaç ve en çok lâyık ve müstehak ve devamı ve saadet-i ebediyeyi hadsiz dualarla isteyen ve yalvaran ve bütün dünya lezzetleri ona verilse, onun bekaya karşı arzusunu tatmin etmeyen,· Ve ona ihsanlar eden Zâtı perestiş derecesinde seven ve sevdiren ve sevilen çok hârika bir mu'cize-i kudret-i Samedâniye ve bir acûbe-i hilkat



** Yorum yaparsanız mutlu olurum 'Allah ilmini arttırsın.' diye dua ederseniz çok mutlu olurum :)

3 Haziran 2015 Çarşamba

"Mutluluk Nedir?" Sorusunun Cevabını Arayan Kızın Hikâyesi



Yine günlerden bir gün kızın yolu şehrin kalesine düşmüştü. Birkaç arkadaşının mezuniyet fotoğraflarını çekmişti. Ancak işi bittiğinde aşağı inmek istemedi. Bir an değil her zaman çoğunlukla istediği gibi yalnız kalıp kendinden dahi uzaklaşarak zihnini temiz havayla boşaltmak istemişti. Sahiden bulunduğu yerin havası ve doğası, manzarası bir harikaydı. 
Zamandan, mekandan uzaklaşmak istiyordu. Hatta bu arzusu onda farklı hayallere sebep oluyordu. Acaba sahiden dünyadan başka bir yerde başka şartlarda yaşanılabilir miydi? Ya da arada sırada atmosferin dışına kadar çıkıp biraz orada takılıp aşağı inse de olurdu yani. Kız bu imkansız düşüncelerinden dolayı kendine güldü hatta aptalca buldu. Hızını alamadı ardından kendine kızmaya başladı. Hayır yani derdin ne senin oturduğun şu toprağın değerini bilip mutlu olamadan istersen Mars'a git orada da mutsuz olursun sen, dedi. Sonra bu azarlamadan kız biraz utandı ve yaşadığı Dünya gezegenindeki yaşamı için teşekkür etti Yaratıcısı'na. Belki de, dedi, engel olan gözlerimdir. Perdelerin arkasını göremeyen gözlerimdir. Hakikati,mutluluğu görmeme engel olan gözlerimdir. Sonra hemen gözlerini kapadı. Kulağındaki müziği kapadı. Telefonunu kapadı.Ayakkabılarını çıkardı. Kitabını kucağına aldı. Ellerini açtı. Olduğu yerde çimlere doğru uzandı ve nazik dokunuşlarla onları hissetmeye başladı. Aynı anda başının üstünde ötüşen kuşların sesini dinlemeye başladı. Sırtını arkasındaki ağaca dayadı. Ağacın sert kabuğu üzerinde ellerini gezdirmeye başladı. Ağacın enerjisini belki ruhunu duymaya çalıştı. Sanki işe yarıyordu. Kuşları biraz daha dinlemeye devam etse dillerini çözecek gibiydi. Evet kesinlikle farklı bir şeyler oluyordu. Şimdi o hep bahsettiği Dünya'dan uzaklaşma hissiyatını yaşıyor gibiydi. Bir an başka bir gezegende olduğunu hissetti. Bu gezegenin adının Mavi Düşler Gezegeni olduğunu fısıldadı bir kuş kulağına. Sonunda başarmıştı. Gitmişti ve varmıştı. Artık kuşların ne söylediğini de anlayabiliyordu. Dudaklarını kıpırdatmadan kuşlara seslendi: Mutluluğun sırrı nedir?
Kuşlar hepsi birden sustular. Derin ve hiç bitmeyecek bir sessizlik oldu. Kız bir an korkmaya başladı. Acaba yanlış bir şey mi söylemişti?..
Kuşlar aniden uçuşmaya ve ötüşmeye başladı. Ama hepsi bir hareket içinde olduğu ve aynı anda ötüştükleri için kız ne dediklerini anlayamıyordu. Ardından kuş kalabalığının içinden beş tanesi kıza doğru yaklaşmaya başladılar. Kız endişelenmeye devam ediyordu. Beş kuş hızlıca çırptıkları kanatlarını, ayakları toprağa değince yavaşça yanlarında kapadılar. Kuşların içinden en ortada duran söze başladı:
-Biz Mavi Düşler Gezegeni'nin bilgeleriyiz. Grubun başkanı benim. Şimdi sırasıyla sana sorunun cevabını vereceğiz. Bu cevaplardan hangisinin doğru olduğuna sen karar vereceksin. Yani her zaman seçim sana ait olacak. Çünkü her canlı irade sahibi olarak yaratılmıştır. İradeni, aklını ve en önemlisi kalbini kullanarak aradığın cevabı sen bulacaksın, dedi. 
Bunun üzerine kız şaşkınlığını gizleyemeden heyecanlı bir şekilde kafasını sallamaya başladı. Böylece kuşların teklifini kabul etmiş oldu. 
Kuşlar sağ baştan başlayarak "Mutluluk nedir?" sorusuna cevap vermeye başladılar.
İlk kuş şöyle cevap verdi:
- Mutluluk; çalışmak, kazanmak ve kazandıklarını paylaşmaktır.
İkinci kuş:
- Mutluluk; karanlığın dışında olmak ve hep ışığı aramaktır.
Üçüncü kuş yani Başkan, sırasını dördüncü kuşa verdi ve o da şöyle cevapladı:
- Bütün üzüntüleri görmezden gelerek hep iyiyi ve güzeli düşlemektir.
Beşinci kuş:
- Mutluluk; aklın emirlerine uymaktır. 
Kız merakla bu kuşların başı olan ortadaki kuşun cevabını bekliyordu. Ortadaki kuş bir adım öne gelip ve gözlerini kızın gözlerine yaklaştırarak;
- Ey hakikatin peşine düşmüş meraklı kızım! Mutluluk; hayatı olduğu gibi kabul etmek, ağır işlerine razı olmak ve hayattaki bu zorluklara ve acılara karşın her tarafa iyiliği yaymaya çalışmaktır. Mutluluk; bir çift gözden akan yaşı silebilmek, yerine tebessümü yerleştirmektir, dedi. 
Kız bu sözler üzerine yüzünde oluşan tebessümle ağlamaya başladı. Yukarıda uçuşan kuşların her birinin gözlerinden akan yaşlar yağmur haline gelip kızı ıslatmaya başladı. Kız ayağa kalktı ve ortadaki kuşun boynuna sarılarak teşekkür etti. Kız artık aradığı cevabı bulmuştu. Mutlulukla gözyaşı yağmuru altında tüm kuşlarla beraber şarkılar söyleyip dans etmeye başladı. Kızın yüzündeki tebessüm gülücüklere ve kahkahalara dönüşmüştü. Mutluluktan aldığı enerjiyle yüzünü yukarı çevirip dönmeye başladı. Döndü, döndü, döndü... ve bir anda gözlerini açtı. 
Şaşkınlık içinde etrafına baktı,kendisini şehrin kalesinde seçtiği ağacın altında otururken buldu. Acaba yaşadığım tüm o olaylar rüya mıydı?, diye düşünürken yukarı baktı ve yanağının üzerine bir yağmur damlası düştü. O anda kız gerçeği anlayarak ve gülümseyerek hızlanan yağmurun altında dans etmeye başladı.

SON


30 Mayıs 2015 Cumartesi

Hayatımıza Harflerden Düşen Arkadaşlar




Herkese selam. İlk yazımı ne üzerine yazacağım hakkında çok kafa patlattım dersem doğrusu pek gerçekçi olmam. Final haftasının verdiği sıkıcılıktan ve baharın gelmesinden dolayı içimdeki eğlenme duygusunun bir sonucu olarak film izlemeye karar verdim. Yalnız eğlenme anlayışıma bayıldım doğrusu. Bir arkadaşımdan birkaç film almıştım ve onlardan birini açıp izlemeye başladım. Filmin adı Ruby Sparks. Doğrusu sadece görüntülerine kısaca bir göz attıktan sonra izlemeye karar vermiştim. Çünkü filmdeki renkler ruhuma iyi gelmişti.
Benim için her film izleme anı bir serüvendir. Filmlerde beğendiğim karakterlerden geçici bir süreliğine bir şeyler çalmakta da üzerime yoktur. Yani en azından onlardan çaldıklarımla hayal dünyamın odalarına yeni ürünler yerleştiriyorum. Yine birşeyler çalabildiğim bu filmin konusuna gelecek olursak şöyle ki:
Birkaç sene önce yazdığı romanıyla ün kazanmış olan Calvin yeniden bir roman yazmaya çalışır. Ancak bu defa yazacak bir şeyler pek bulamaz. Doğrusu bulduklarını beğenmez, bunları kim okur, kimin ilgisini çeker ki der. Yani bir yazarın bence düşeceği en büyük hataya düşer: Okunma kaygısı. Okuru merkeze alsın yazarlarımız evet ama beğenilme kaygısı duymasınlar bence. Çünkü bu kaygı özgün düşüncelerin katlini gerçekleştiriyor. Böylece yazar yazmak istediğini değil, bazı kesimlerin okumak istediğini yazıyor. Bunun sonucunda da birbirine benzer hikayeler ortaya çıkıyor. Her neyse Calvin’de bu düşünceler içerisinde düzenli olarak gittiği terapistine gitmiş ve ona durumu anlatmıştır. Aynı zamanda şunu da belirtelim ki Calvin’in tek sorunu yazamama değildir. Kendini toplumdan soyutlamış ve asosyal bir hayat sürmektedir. Tek görüştüğü kişi abisidir. Calvin’in terapisti yazmasını ister. Yazdıklarını sadece kendisinin okuyacağını istediği kadar berbat yazabileceğini söyler. Böylece Calvin’in beğenilmeye çalışma sorununun önüne geçmeye çalışır. Terapisti, üstüne basa basa özellikle berbat yazmasını ister. Hadi ama itiraf edelim ki bu korku hepimizde var. Hem de yaptığımız her işte beğenilmeye çalışmıyor muyuz? Sabah giyinirken beni nasıl beğenirler kaygısıyla giyinip bundan dolayı da uzun bir zaman sonra hazır olmuyor muyuz? Yani Calvin’in romanının gecikmesi ile bizlerin gitmemiz gereken yerlere gecikmemiz aynı sebepten dolayı olmuyor mu? Bunu bir düşünün.


Terapistinin desteğiyle Calvin hayal etmeye başlar ve bir gün rüyasında bir kız görür. Tam hayallerindeki gibidir. Rüyasındaki bu kızı Calvin,daktilosunun tuşlarıyla harf harf kağıdın üzerine çizer. Ona bir doğum hikayesi verir, bir karakter biçer. Yara izlerinden, yeteneklerine kadar her şeyi kağıt üzerinde somutlaştırır. Zamanla Calvin, harflerle resmini çizdiği kıza aşık olmaya başlar. Daktilosunun başına geçmek bu tahayyül ettiği kızla buluşma anları gibi olmuştur. Kendi deyimiyle gece yatmadan önce daktilosunun başına geçeceği anı hayal ederek uykuya dalar. Bir gün bu tahayyül ettiği karakter olan Ruby gerçek olur.


Bir anda Calvin’in evinde belirir. Tabi bu kısmı okuyunca ‘Yok artık, ne kadar saçma!’ diyebilirsiniz. Ama bırakın da lütfen biraz saçmalayalım. Hem saçmalıklardan daha özgün sonuçlar çıkıyor. Dosdoğru olduklarını sananların ulaştıkları sonuçlardan çok daha iyi hem de. Calvin’de zaten inanamaz, delirdiğini sanır ama durum ortadadır. Ruby, Calvin’in hayatında bir aşk sihri ile ortaya çıkmıştır. Öylesine gökten düşmüş gibidir. Hayatımızda güzel dediğimiz, kalbimizi çarpıtan şeyler bir anda olmaz mı zaten? Nereden, nasıl geldiğini anlamadan gelmiştir hayatımıza. Sonrasında bizde ondan önceki hayatımızı hatırlamayacak kadar unutkanlaşmaz mıyız? Aslında hepimizin buna ihtiyacı yok mudur? ‘Gelse yanıma ve ben ondan önceki zamanı unutsam, anım ve geleceğim ondan ibaret olsa, arkama attığım zamanların hepsinin içinde o, olsa!’ deriz bence yani diyoruzdur, demişizdir. Belki de hala beklemelerdeyizdir… Aşkın, monotonlaşmış insan dünyasında bir sihir olduğuna inanıp beklemelerde kalalım bakalım, belki bir gün biri de bizi yazar kader defterine!

Ruby, Calvin’in yaşamına sıcaktan uyuşulmuş bir günün ardından bir yağmur serinliği gibi gelmiştir. Ama herşeyi kontrol etmeye çalışan insan doğası gereği Calvin, Ruby’nin sevmediği özelliklerini silahı haline gelmiş daktilosunu kullanarak değiştirmeye çalışmıştır. 


Ama her seferinde olumsuz sonuçlarla karşılaşmıştır. Sonunda duygu ve düşünceleriyle oynanan Ruby, kriz geçirir ve ayarlarıyla sürekli oynanan bir oyuncak gibi hata vermeye başlar. Bu da bize gösteriyor ki insan doğası kendine özgüdür ve o hiçbir şekilde dışarıdan gelen bir müdahaleyi kabul etmez. Bu durumda karşımızdaki insanları olduğu gibi kabullenmek gerekmektedir. Belki de Calvin, Ruby’i yeniden yazmak yerine onunla konuşmayı deneseydi herşey daha başka olabilirdi.Sonunda Calvin’e seçebileceği tek bir tercih kalmıştı...


Burada filmi bitiriyorum zaten neredeyse herşeyi anlattım. Bunu bana başkası yapsa çok sinir olurdum inanın. Son olarak şunu söylemek istiyorum. Yazılan her roman, hikaye, şiir vs. içindeki karakter aslında dünyaya yazılar aracılığıyla kazandırılmış bir insandır. Belki birçoğumuzun hayatına harfler vasıtasıyla girmiş karakterler vardır. Biz onları kendimize arkadaş, dost edinmişizdir. Bundan dolayı demem o ki iyi ki yazarlar var, iyi ki bu karakterleri, olayları yazmışlar ve çevremizde bulamadığımız insanları kitapların içinde bulmamızı sağlamışlar. Sayfa aralarında harflerin suretinde can bulmuş dostlarımıza selam olsun!

Rica: Yorum yapmanızı çok isterdim doğrusu!

Bir Film Tavsiyesi: Midnight in Paris

Merhaba herkese.  Az önce son sahnesiyle birlikte hayatımın en güzel filmlerinden birini izlediğime karar verdim. Bu eşsiz keşiften...