28 Eylül 2017 Perşembe

Bir Film Tavsiyesi: Midnight in Paris



Merhaba herkese. 
Az önce son sahnesiyle birlikte hayatımın en güzel filmlerinden birini izlediğime karar verdim. Bu eşsiz keşiften sizleri de sıcağı sıcağına haberdar etmek istedim. Keşfetmek ve bunu paylaşmak elleri heyecandan titreten bir şey bence. Her neyse filmin adı, Midnight in Paris. 
Daha önce duymadığım ve ansızın karşıma çıkan bir filmdi ve hatta ilk bir kaç dakikasında kapatmayı bile düşündüm. Ama keşfetmek istiyorsanız karşınıza çıkan filme, kitaba, sokağa ya da kadına, erkeğe bir şans vermek gerekir diye düşünüyorum. Bu düşünceyle devam ettim ve kendimi bulunduğum sıkıcı şimdinin çok ötesinde buldum. 
İşte tam bu noktada bir güzel daha karşılaşma yaşamış oldum. Bu kısma sonra değineceğim.
Film Paris'in güzel sokaklarından, manzaralarından karelerle başlıyor, sanki bizi o ruhsal yolculuğa çıkarmak istiyor. Sıradan bir aşk filmi gibi gözükse de ansızın kendinizi zaman yolculuğunun içerisinde buluyorsunuz. Çok ileri gitmeyeceğim ama Paris'in o bozulmamış tarihi dokusu içerisinde
gezmeyi bugün deli gibi isteyen bizler kendimizi 1920'lerin Paris'inde bulsa kalbimiz ne türden bir kriz geçirirdi bir düşünün? Edebiyatın, resmin, müziğin o renkli dünyasını yaşadığı ve bugünden bakıldığında bir rüya gibi görünen o yıllara kim gitmek istemez ki... Hangimiz içinde bulunduğu yıllardan, dönemden memnun ki? Gözümüz ya hep eski de, onun zarif sadeliğinde ya da beklediğimiz tüm güzellikleri getireceğini umduğumuz gelecekte. Ama çoğumuz bu anı sevmiyoruz, bir kaç yıl öncesinde ya da sonrasında ya da başka bir ülkede doğmuş olsak çok daha mutlu olacağımızı düşünüyoruz. Ben de dertlerimle her boğuştuğumda zihnime bu düşünceler üşüşüyor. Film de işte tam bu düşünce üzerine kurulmuş ve bunu çok iyi bir şekilde ele almış.
Herkesin dört gözle beklediği ya da kaçırdığını düşündüğü Altın Çağ denilen muhteşem zaman dilimi size göre ne zaman, hangi dönemde?... Ya da öyle bir zaman dilimi var mı?
Geçmişe özenerek yaşamak mı yoksa bulunduğun zaman diliminde sıkışıp kalmaktansa onu kabul edip Altın Çağ'ını yaratmak mı? Belki bizim nefret ettiğimiz, her yerde işsizsliğin, savaşın, acımasız yarışların, adaletsizliğin olduğunu düşündüğümüz bu yıllar, elli yıl sonra 20'li yaşlarında bulunan bir gencin hayallerindeki Altın Çağ olabilir. 
Biliyorum kulağa pek inandırıcı gelmiyor ama filmi izlediğinizde siz de böyle düşünebilirsiniz. Henüz tam bu kanıya kapılmış olmasam da içimde bu konuda bir ümit yeşertmeye çalışacağım sırf filmin hatrına. 
Her neyse filmi izleyin ve mutlu olun. 
Biraz Hemingway'le, Scott Fitzgerald'la, Picasso'yla, Dali'yle ve dahasıyla takılmak herkese iyi gelecektir eminim.
Ve gerçekten sizinle, dünyaya aynı renkten bakan bir insanı bulmanın ne kadar eşsiz bir keşif olduğunu anlamak için filmin son sahnesinde adamın gözlerine dikkatli bakın.

Eğer izlerseniz iyi seyirler dilerim ve düşüncelerinizi benimle paylaşırsanız çok mutlu olurum.
Hoşça kalın sevgili dünyalılar.

22 Eylül 2017 Cuma

Necip Fazıl - O ve Ben



Bir yazarı tanımak için belki düşüncelerini, duygularını, ızdıraplarını daha iyi anlamak için başvurulması gereken önemli kaynaklardır; otobiyografi, anı ya da hatıra kitapları. Bir hayatın arkaplanı gibidir. Necip Fazıl'ın "O ve Ben" adlı otobiyografik eseri de hem onun hem de Es'Seyyid Abdülhakim Arvasi'nin hayatına yer veren bir eserdir. Necip Fazıl, bu eserini üç ana bölüme ayırmıştır: 
1. Tanınıncaya Kadar
2. Tanıdıktan Sonra 
3. O Günden Beri

Necip Fazıl'ın hayatını işte bu üç bölümle yani Es'Seyyid Abdülhakîm Arvasî ile özetlemek mümkündür. O'nunla tanışmadan önceki hayatını şu sözlerle anlatır:

"Ve ıstırap, ıstırap, ıstırap... Kendi kendine gelmediği zaman zorla arayıp da bulduğum, bulmak için her şeyi yaptığım, her vesileyle tökezleyip dümdüz yürümeye razı olmadığım ve daima inkisarına istekli çıktığım ıstırap..." 

Bu sözler anlayan ve hisseden aynı zamanda onun gibi arayışta olan insanlar için ne büyük mana içermektedir. Bedenin ötesinde çekilen bu acıyı kim bilir başka hangi dertliler hangi sözlerle anlatmıştır?...
Onunla tanıştıktan sonra da bitmez ızdırapları, yaşadığı gitgelleri de şu cümlelerle anlatır:

"Efendi Hazretlerini her görüşümde insan, ondan her ayrılışımda hayvanım... Yalnız ağzı ve kalbiyle birtakım doğruları geveleyen, fakat teniyle çöplükte yaşayan bir hayvan..." 

Bunun yanında kitabı okurken Yahya Kemal'e, Ziya Gökalp'e, Abidin Dino'ya, Nazım Hikmet'e, Ahmet Hamdi'ye, Hamdullah Suphi'ye, Yakup Kadri'ye ve Abdülhak Hamid'e uzun ya da kısa bahislerle denk gelebilirsiniz. Kitap boyunca Necip Fazıl'ın maddi alemdeki yaşamına çocukluğundan itibaren tanıklık eder hapislerini, sürgünlerini, türlü zorluklarını, Büyük Doğu Mecmuası için verdiği mücadelelerini okursunuz. Ancak bunların ötesinde kitabın merkezinde Necip Fazıl'ın manevi yolculuğuna şahitlik eder ve ızdıraptan, çileden bahsederken neyi kastettiğini daha iyi anlarsınız. Ya da kitabı kapattığınızda 'Ben' isimli şiirini bir kez daha okur ve daha iyi anlarsınız. 

"Ben, kimsesiz seyyahı, meçhuller caddesinin...
Ben, yankısından kaçan çocuk kendi sesinin...
Ben, sırtında taşıyan işlenmedik günahı; Allah'ın körebesi, cinlerin padişahı...
Ben, usanmaz bekçisi, yolcu inmez hanların; 
Ben tükenmez ormanı, ısınmaz külhanların...
Bem, kutup yelkenlisi, buz tutmuş kayalarda; 
Öksüzün altın bahtı, yıldızdan mahyalarda...
Ben, başı ağır gelmiş, boşlukta düşen fikir; 
Benliğin dolabında, kör ve çilekeş beygir...
Ben Allah diyenlerin boyunlarında vebal; 
Ben bugünküne mazi, yarinkine istikbal...
Ben, ben, ben; haritada deniz görmüş, boğulmuş; 
Dokuz köyün sahibi, dokuz köyden kovulmuş...
Hep Ben, ayna ve hayal, hep ben, pervane ve mum; 
Ölü ve Münker-Nekir, başdönmesi uçurum..."


*** Zamanını ayırıp okuduysan beğen, yorum yap ya da paylaş ki sana teşekkür edebileyim :)

30 Mart 2017 Perşembe

Semâlardan Başıma İnen Taç



Sevgili Z. aklım en son konuştuğumuz konuda takılıp kaldı. 
Kendi kendime düşünüyorum şimdi, ben neden başıma bu örtüyü örttüm? Neden hayatımın bir parçası, önemli bir parçası haline getirdim? 
Acaba içinde bulunduğum geleneğin bir devamı olarak mı yoksa arasında yaşadığım insanların baskısı sonucu mu vermiştim bu kararı? Düşünüyorum Sevgili Z. ben bu kararı kendim mi vermiştim yoksa birileri ya da bir şeyler tarafından mı verilmişti bu karar? Girdiğim bu sorular girdabında en sonunda sakin olup tüm seçenekleri tek tek ele almaya karar verdim. 

İlk seçeneğim neydi; gelenek. Evet, Müslüman bir aileye mensup biri olarak yaşıyorum. Üzülerek söylemem gerekiyor ki günümüzde dinimize ait bir çok inanç gelenekselleşmiş bir hal almış. Artık insanlar aslında İslam dinine ait birçok uygulamayı, inancı asıl anlamını yitirmiş bir şekilde yaşamaktadır. Özellikle de toplumun eğitim seviyesi daha düşük kesimlerinde başörtü anneden kıza geçen geleneksel bir havaya bürünmüş. Çoğu kız daha ne anlam taşıdığını bilmeden daha çok küçük yaşlarında başörtüsünü aslında adına tülbent dediğimiz örtüleri takmakta ve çoğu kez bunlar gelişigüzel her an başından düşecekmiş gibi bağlanmaktadır. Çoğuna sorsanız başındaki örtünün anlamını, düzgün bir cevap veremez belki de. Çünkü genellikle onu başına "Kızların başı açık olmaz, ayıp!" denilerek babasının kızgın bakışları, annesinin uyarıcı sesi eşliğinde takmıştır. Üzgünüm ama bunun bizi yaratanın ve bize gönderdiği kitabında yer alan örtünün emriyle hiç ama hiç ilgisi yoktur. Elbetteki bu ve bundan sonraki genellemeler herkesi bağlamaz, bunu da ayrıca belirteyim şimdiden. Ama benim gözlemlediğim geleneksel kapanma bu şekilde Sevgili Z. ve ben bu şekilde örtünmedim. Kız çocuklarına dayatıldığı, annemde gördüğüm için ya da anlamını bilmemeksizin başımın üstünde taç yapmadım bu örtüyü. O nedenle ilk seçeneğimizi elemiş bulunuyorum. 

İkinci seçenek ise baskıydı Sevgili Z. 
Bu seçeneği hızlıca eleyecek gibiyim. Çünkü bildiğin gibi babam hayatımın son beş yılına kadar üç dört senede bir gördüğüm bir insandı. Babamın izne geldiği üç dört aylık süreçte de ancak bize kendini yeniden tanıtma, sevdirme ve gideceği güne hazırlama aşamaları ile geçiyordu. Yani bu kısa süreçte hayatımı böylesine derinden etkileyecek bir konuda baskı yapması çok da mümkün gözükmüyor gibi çünkü yapacağı en ufak bir baskı ondan kopmamıza sebep olabilirdi. Bu yüzden onunla ilişkimiz genellikle bizim baskımız altında ilerliyordu. Gelelim anneme, ailemizin neredeyse tüm yükünü sırtına almış ve yorgun düşmesine ramak kalmış anneme. O, her zaman bize koruyucu bir yaklaşımla davranmıştır. Bizi dışarıya karşı sürekli korumakla kendini görevlendirmiş, alacağımız darbelere karşı bizi bir savaşçı haline getirmeye çalışmıştır. Bu eğitiminde kullandığı yöntem ise, doğruyu, yanlışı anlat ve yaşamın içinde ayırt etmelerinde onları özgür bırak. Annemin bu felsefesi beni ve kardeşlerimi birçok yönden hayata en iyi şekilde hazırlamıştı. Bu nedenle bizi seçim yapmada özgür bırakan bir annenin, örtünme konusunda da baskı yapmayacağından eminim. Zaten her dört kız kardeşten her birimizin örtünme zamanları birbirinden çok farklıdır hatta en küçüğümüzün buna şimdilik pek niyeti yok ve hiç olmasa da hiç sorun değil. Çünkü onun iç dünyasındaki gelişmelere daha çok önem veriyoruz. 

Şimdi sözün özüne gelelim mi, örtündüğüm onu aşkın yıldır kazandığım tecrübelere göre neden başımda bu örtüyü taşıdığımı açıklamak isterim. 
Başımdaki bu örtüm senin de söylediğin gibi Sevgili Z. benim bayrağım. Ama bu bayrak siyasi bir görüşü, mensup olunan herhangi bir görüşü ya da çok çok başka şeyleri bir tarafı, bir kutbu temsil etmemektedir. Bu bayrak benim iç dünyamı simgeleyen ve bunu korumama yardımcı olan bir zırh gibidir. Bu başıma taç ettiğim örtü, herhangi bir maddi anlamı içermemektedir. İnsanların, hatta Müslümanların düştükleri en büyük yanlış nedir biliyor musun? Her şeyi maddeleştirmek. Bu yüzyıllar içerisinde o kadar ileriye gitti ki  dinimizi, İslam dinini dahi bu maddeleştirmenin içerisine kattılar. Aslı, manaya ve ruha dayanan semalar ötesi bir sonsuzluğun içinden bir nurdan aleme yayılmış olan dinimizin öğretilerini, inançlarını, uygulamalarını birkaç temsilin, simgenin, maddi unsurların içerisine hapsettiler. 
"Allah sizin dış görünüşünüze ve mallarınıza bakmaz. Ama o sizin kalplerinize ve işlerinize bakar.hadisinin aksine kullar, birbirlerinin kıyafetlerine, sözlerine, davranışlarına, giydiği kıyafetin metresine, rengine, şekline bakar oldu. Hatta bazı insanlar, kadın ve erkek dengesini en iyi şekilde kurmuş olan dinimizin aksine erkek egemenliği altında yaptıkları anlatılarında dini sadece kadınların girmesi zaruri olan kapalılık ve erkeklere yapması gereken vazifeler üzerinden anlatmaya başlamaları sanırım girilmiş olan en büyük yanlışlardan. Özellikle de erkeklerin günaha girmesine vesile olarak kadınların gösterildiği anlatılar karşısında ise insanın aklını yitirmemesi mümkün değil. 

Halbuki tüm bunların aksine Sevgili Z. biz kadınlar erkeklerin uyguladıkları baskı yüzünden ya da onların günaha girmemesi için ya da geleneksel bir anlayışla ya da bir düşünceyi, görüşü, tarafı temsil etmek adına örtünmüyoruz. Biz yalnız ve yalnız bize bu ruhu, bu hayatı bahşetmiş olan Allah'ın ruhumuza, kalbimize daha iyi bakabilmemiz için emrettiği söz üzerine örtünmüş durumdayız. Allah, rehberimiz olan kitapta demiştir ki "Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler. Baş örtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler(...) hepiniz Allaha tevbe edin ey mü'minler ki felâh bulabilesiniz." Biz bu 'korumak' sözünden birçok insanın anladığı gibi sapık ruhlu erkeklerden ya da erkeklerin günaha girmesine engel olmak için örtünmeyi anlamıyoruz. 
Biz bu sözden şunu anlıyoruz: Kadınlarınıza söyleyin örtünsünler çünkü dünya binbir çeşit tehlikelerle doludur. Bu tehlikeler ki aşkla yaratılmış saf ve temiz olarak dünyaya gönderilmiş sizlerin kalplerini kirletebilir, karanlık izler bırakıp ruhunuzun saflığını yutabilir. Bu nedenle örtünün ki başınızdaki örtü sizi kirli ortamlara girmekten alıkoysun, yerseniz ruhunuza zarar verecek yiyeceklerden tatmanızı engellesin, hayatınızı karanlığa çevirecek safi duygularınızdan uzaklaştıracak ilişkilere girmeniz durumunda size bir kalkan olsun. Size ey kadınlar, bu örtü fani hayatınız boyunca bir hatırlatıcı olsun, kim olduğunuzu, nereden geldiğinizi ve nereye gideceğinizi, bu dünyadaki var olma amacınızı hatırlatan bir uyarıcı olsun. Bu örtü sizin kalbinizin zırhı olsun. 
Biz kadınlar bu ilahi emirden bunu anlıyor ve anlamak istiyoruz. Başımızdaki örtü bizi kapatmıyor bizim semâların ötesiyle yani özümüzle bir bağ kurmamızı sağlıyor. Ruhumuzu ve benliğimizi köleleştirmeden, esir bir anlayışın hizmetine sokmadan özgürce kulluğumuzu yapmamızı ve yaratıcımızı hatırlayıp ona sevgiyle bağlanmamızı sağlıyor. Bu nedenle defalarca tüm nezaketimizle rica ediyor ve örtümüze karışmamanızı bizi onunla ve dolayısıyla manevi hayatımızla başbaşa bırakmanızı istiyoruz. Zaten tüm eleştirdiğiniz başörtüsü takma şekilleri, başörtüsünün altına giyilen kıyafetler, başörtülü kızın davranışları, ilişkileri, yaşam tarzı sorunları da dini maddeleştirmenizden, başörtüsü ve onun gibi birçok unsuru manevi anlamlarından kopardığınız için olduğunu hiç düşündünüz mü? Belki de bugün o eleştirdiğiniz kadınları özgür bıraksaydınız, onların dinleri ile olan bağlarını önce maddi unsurlarda kılıkta, kıyafette, davranışlarda, ilişkilerde vs. değilde iç alemlerinde, manevi hayatlarında kurmalarına izin verseydiniz sizce günümüzdeki birçok sorun kendiliğinden hallolmaz mıydı? Manevi hayatında ilerleme katetmiş, tüm alemleri yaratmış olan yaratıcıları ile bir bağ kurmuş insanda ne gibi bir eleştirilecek eksiklik, kusur bulabilirdiniz ki? Bulamazdınız hatta şimdi de bulmak size düşmezdi aslında. Çünkü siz çok bilen ve eleştiri uzmanları sizin kulluğunuz ne durumdaydı ki başkalarının kulluğu hakkında bu kadar konuşmaya vakit bulabiliyordunuz?
Sözün özü Sevgili Z. herkes bilmeliydi ki biz ne onlar dediği için eleştirdiği, kınadığı, bağırdığı çağırdığı için ne de maddi, dünyaya ait bir anlam üzere örtünmemiştik.
Biz yalnız ve yalnız Allah emrettiği için ve Allah'ın sevgisini, rızasını kazanmak ve ruhumuza, kalbimize sahip çıkmak için kapanmamıştık, örtünmüştük vesselam.


4 Ocak 2017 Çarşamba

Biz Kırım'dan Çıkanda Kar Yağmadı Kan Aktı


Merhaba dünyaya bağımlı olan ve olmayan insanlar. 

Yeni umutlarla, yeni heveslerle, beklentilerle başladığımız yılın ilk yazısında sizlere Kırım'dan ve Kırım'ın ve hatta Türk dünyasının önemli yazarlarından birisi olan Cengiz Dağcı'dan bahsetmek istiyorum. Lisans yıllarında aldığım Türk Dünyası Edebiyatları dersi vesilesiyle zihnimde ve gönlümde önemli bir yer edinmiş olan Türk Dünyası Coğrafyası ve burada yaşananlar ve ağırlıklı olarak yaşanan acılar benim bugünüme ışık tutmuş ve tarihin, edebiyatın aslında yolumuzu bulmamızda ne kadar önemli rol oynadığını göstermiş bulunmaktadır. Bu vesileyle dersi aldığımız hocamıza da teşekkürlerimi bir borç bilirim. 


Türk dünyasından pek çok önemli yazarımız, şairlerimiz vardır. Cengiz Aytmatov, Ayaz İshaki, İsmail Gaspıralı, İsmail Bozkurt ve benim için yeri bir başka olan Cengiz Dağcı, bu coğrafyalarda yaşanan Türklerin hikayelerine,acılarına,uğradıklarısoykırımlara eserlerinde yer vermişlerdir.Evet yanlış okumadınız Türklerin uğradığı soykırımlardan bahsediyorum. Özellikle de II. Dünya Savaşı döneminde Cengiz Dağcı'nın eserlerinde bu konuyla ilgili olarak bolca hikayeye şahit olabilirsiniz. 
Bu konu ayrıca konuşulması gerektiği için burada bırakıp, yazımın ana konusu olan Cengiz Dağcı'nın eseri Korkunç Yıllar'a geçmek istiyorum. 

Cengiz Dağcı'dan kısaca bahsedecek olursak, kendisinin ifadesiyle "Doğduğunuz gün siz bir Gurzuf türküsü olursunuz." dediği Kırım'ın Gurzuf kasabasında doğmuştur. Ancak gözlerini açtığı 1919 yılı pek de bir çocuğun büyüyebileceği yıllar değildir. Gerçi geride bıraktığımız pek çok yıl pek çok coğrafyadaki özellikle de Orta Doğu ve Orta Asya'daki Türk memleketlerindeki çocuklar için büyüyebilecekleri yıllar olmamıştır. Bu gidişle yılların değişeceğini de pek sanmıyoruz, zira bence bütün dünya halklarının ortak olarak kabul ettikleri tek görüş bu olsa gerek. 

Cengiz Dağcı'nın hayatı ile Korkunç Yıllar eseri büyük ölçüde birbirine benzediği için onun hayatına ayrıca değinmeye gerek yok doğrusu. Romanın kahramanı Sadık Turan, aslında gerçek yaşamdaki Cengiz Dağcı'dır. 

Romanda II. Dünya Savaşı yıllarında Rusların aslında bir seçenek bırakmaması üzerine Kırım Türkleri gibi diğer Türk halkları da savaşmak zorunda kalmışlardır. Aslında onların bir kısmı kendi vatanları için, Kırım, Özbekistan, Kırgızistan için kısacası Türkistan ülküsü için savaştıklarını sanmışlardır. Ancak bir kısmı ise Sovyet Rusya'nın eğitim, sosyal, ekonomik, kültürel hayatta uyguladıkları politikaları sebebiyle Türklüklerini, milli şuurlarını unutmuş ve askeri üniformanın verdiği heyecanla savaşmışlardır. Eserde milli bilinç içinde olan Türkleri Sadık Turan temsil ederken milli bilinçten uzaklaşmış, kimlikleri unutturulmuş Türkleri ise Süleyman temsil etmektedir. Öyle ki Ruslar tarafından Türklerin dillerine karşı yapılan bir baskı olarak Latin harfleri kaldırılmış yerine Rus harfleri getirilmiştir. Bunu haber alan Sadık Turan, arkadaşı Süleyman'a şunları söyler:


"Şu gazetelere bak. Senin dilin, benim dilim. Atalarımızın, dedelerimizin dili. Bir milletin varlığı, dili ve yurdu ile belli olur, öyle mi? Yüz elli yıldır, eski, Çarlık idaresi, bizi cennet yurdumuzdan sürdü, astı, kesti. Bugünkü Kızıl Rus idaresi de, şuracıkta bir avuç Tatar'ın canlı dilini kesiyor..."

Sadık'ın bu ifadeleri o kadar önemlidir ki zira bir milletin var olması için zaruri olan unsurlardan bahsediyor. Evet bir millet dili ve yurdu ve dini var oldukça ayakta durabilir ve varlığını koruyabilir. Ki yüzyıllardır bazı devletler yok etmeye çalıştıkları milletlerin dillerine, kültürlerine, inançlarına yaptıkları saldırılarla ve ardından da zayıf düştükleri anda vatanlarına yaptıkları saldırılarla nice zulüm etmişler, nice toprakları kana bulamışlardır. Tıpkı içinde yaşadığımız yıllar içerisinde yaşanılan olaylar gibi...

Hatta öyle ki geçenlerde yaptığım çalışmalar esnasında sömürgecilik politikasını benimseyen devletlerin halkbiliminden dahi faydalanarak sömürdükleri milletlerin kültürlerini, gelenek, göreneklerini, adetlerini, inançlarını vs. incelemişler bunlar üzerine çalışmışlar ve sömürgelerini elde tutmaya çalışmışlardır. Bizler ise hala halkbilimi, halk edebiyatı, edebiyat, tarih ne işe yarar ki diye oturup baş ağrıtıcı gevezelikler yapıyoruz.
Ziya Gökalp'in dediği gibi milli bilinci,uyanışı, milli birliği sağlamak için milli kültürün korunması gerekir. Bunun içinde elbetteki en başta dilin, dinin ve vatanın korunması ve diri tutulması lazımdır.

Cengiz Dağcı'da bu bilinçle bu eserini kaleme almıştır. Aynı zamanda bir tesbihin taneleri gibi dağılmış olan Türk coğrafyasına seslenmekte, geçmişte yaşanılan ve izleri hala silinmemiş olan acı hatıraları ilelebet hatırlayıp aynılarının bir daha yaşanmaması için bunlardan bir sonuç çıkarmamızı istemektedir. 

Bir insanın yaşayabileceği en ağır şeyleri yaşamış olan Kırımlılar ve diğer Türk halkları savaşa rağmen, kendi vatanlarında uğradıkları hakaretlere, sömürülere, infazlara, hapsedilmelerine, evden işe giden babaların ansızın ortadan kaybolmalarına rağmen, vatandan sürgün edilmelerine rağmen, düşmana esir düşmelerine, esir kamplarında avuç dolusu bitlerle, insanın kalbini donduracak soğukla, yüz gram ekmekle karın doyurma çabalarına, türlü işkencelere rağmen, kendi ölüm çukurlarını kazmak zorunda kalmalarına rağmen çoğunun bir daha anayurda dönememelerine rağmen bu insanlar yaşamaya devam etmiştir. Hatta bunların her birini ve daha fazlasını yaşamış olan Cengiz Dağcı gibi yüzünden gülümsemeyi eksik etmemiş olanlar da vardır.

Üstelik bu insanlar onlara bunca zulmü reva görenlere bir taarruzda dahi bulunmamış insanlardır. Bu insanlar evinden, ailesinden, toprağından, hayvanlarından, tarlasından başka derdi olmayan gönlü temiz, zihni temiz, hayatları temiz insanlardır. Ancak bu insanlar bir soykırıma uğramış ve bundan dünyanın büyük bir kısmının haberi olmamıştır. Ben de bu nedenle onlara karşı hissettiğim bir vazife ile bu yazıyı paylaşıyorum. Dilerim ki bu yazı ile bir kaç gönülde Türk coğrafyasının dört bir yanında zulüm altında sessiz sedasız solan bu insanlara karşı bir sevda oluşur, dilerim ki her biri için rahmet ve dualar okunur. Selâmetle... 

Not: Kırım ile ilgili en sevdiğim türkü olan "Biz Kırımdan Çıkanda" Türküsünü tavsiye ederim.!


5 Kasım 2016 Cumartesi

ÜÇ YOL FİLMİ ÜZERİNE


"Züleyha söyle bana; kısacık bir aşk rüyası adına insanoğlunu kayıp kuyularda uyuttuğun gerçek midir?"


Bünyamin, kendi kuyularının sırrını çözmek için bu soruyu sorarken Züleyha'ya, bende kendime, kendimize soruyorum: 

-Ey insanoğlu hangi aşkın uğruna kendini bir kuyunun dibine gömüyorsun? Hangi sevda uğruna üzerine karanlıkları çekiyorsun?


Üç yol adlı bu filmi izlerken insan bunlar gibi daha birçok şeyi sorguluyor. Kurşunların seslerinden kırmızı izler taşıyan Bosna'dan, suların altında kalsa da silinemeyecek büyülü izler taşıyan Batman'a uzanan bir hikayeden bahsediyor. Ancak şiirsel ve mistik anlatım tarzıyla film, sizi şimdiden alıp çok uzakta olmayan içinize doğru bir yolculuğa çıkarıyor. Batıdan doğuya uzanan bir aşk masalının büyüleyiciliği ile kalbiniz nefes almaya başlıyor.








Aslında aşkın doğusu,batısı, kuzeyi,güneyi yoktur. Aşkın bir dünyası da yoktur. Aşk her yerde yaşanan, her yerde girdiği gönlü yakan, sızlatan bir varlıktır. Aşkın olduğu yerde gözyaşının, özlemin, hasretin olmaması mümkün bile değildir. Çünkü aşkın fıtratında bu vardır. Ezelde yaratıldığında aşk, bu unsurlar ile var olmuştur. Çünkü aşk, onu yaratanın emriyle uzak diyarlara, dünyaya belki dünyalara gönderilmiş ve diyar diyar gezmiş, ta ki ait olduğu yere dönene kadar. 

Aşk onu yaratanla birlikte öyle güzelliklere şahit olmuştur ki... Allah, aşk ile insanı yaratmış, evreni yaratmış, aşk ile dünyayı yaratmış, aşk ile aşkı yaratmış. Yani aşkın hakiki yurdu Allah'tır, Allah'tadır, Allah'tandır.

Biz insanlarda aslında Allah'ın aşkını ararız her anda, her bir yerde. Ellerimizi Allah'ın aşkını bulmak için uzatır, gözyaşlarımızı bunun için dökeriz dertlerimizin üzerine. Ama çok azımız aşkın izine rastlar, aşka ulaşabiliriz.

Filmde Yusuf, Bünyamin, Züleyha'da kendi kuyuları içinde rüyalarından yansıyan ışıklarla aşkın izini sürmeye çalışırlar. Aşkla yaratılan dünyanın, nefret kuyularına dönüşme çatışmasının işlendiği filmde, onlarda dünyanın ilk anına dönebileceği ümidini taşımaktadırlar içlerinde. Ve bunun gerçekleşmesi için yollar aramaktadırlar, tabi öyle bir yol var ise...

Cevapların sorusuz kaldığı Bünyamin'in bu sözleri ise aslında milyar yıllık dünyanın kısa bir özetini çiziyor:
"Yaşadığımız şu çirkin zamanda insan hayal kuracak sebepleri tek tek yok etti. Ama rüya , insana yeni bir inanç kazandırabilir. Şiir gibi..."




Ek Bilgi: Fİlm Bosna-Türkiye ortak yapımıdır. Yönetmen Faysal Soysal tarafından yazılıp yönetilen film onun ilk uzun metraj filmidir.Ayrıca T.C. Kültür Bakanlığı'nın katkıları ve TRT ortak yapımı olarak çekilmiştir. Türkiye, İran, Rusya, Çin, Avustralya, İtalya gibi ülkelerde birçok ödüle layık görülmüştür.

Not 1: Filmde mavi rengin kullanımına hayran kaldım. Özellikle Yusuf'un odasının eski mavi renkli duvarları insana masalsı bir mekana giriyormuş hissi veriyor. Aynı zamanda rüyaların merkezde olduğu bir filmde sanırım bu rüya etkisi mavi renk ile de yoğunlaştırılarak verilmiş olmalı ve bence oldukça başarılı olmuş.

Not 2: Filmi izlerseniz ki mutlaka zaman ayırıp izleyin, o vakit duygu ve düşüncelerinizi ve sizin film tavsiyelerinizi de muhakkak beklerim ^^ 
Selamlar ola ey bu satırları okuyan kişiye :)

9 Ocak 2016 Cumartesi

Büyük Sürgün Kafkasya

Bir tren, sonsuza ve sessizliğe çekilen kapılar...
Bir halk, bir seher vakti bülbülün dahi sesini feryada döndürerek çekip alındı hayattan.
Bir tarih yine en acımasız harflerle yazıldı yerkürenin üzerine göz yaşları ve kanlarla.




Geçip gidiyordu zaman sonsuz bir kıyımın durdurak bilmemesi gibi. Karlı bir günün soğuğunda kara bir trenin içine savrulan bir halkın yudumladığı sessizlik gibi. Serin ve coşkun suların arasında bir yudum suya muhtaç kalmış insanın yaşadığı çaresizlik gibi. Kolhozdan, askerden adı her neyse gurbetten dönen bir gencin evine vardığında yaşadığı sürgünler ve ayrılıklar ve ölümler gibi hiç geçmiyorcasına acı vererek gidiyordu zaman. 
Zaman elinde olduğunu sananların anlamsız ve acımasız mücadeleleri içinde hayatı anlamlandırmaya çalışanların çektiği acılarla büyüye büyüye, acıtarak geçip gidiyordu. Bir insanın iki dudağının arasından çıkan bir kaç emirle bir halk yitip gidiyordu sessiz sedasız.
Ahıska Türkleri ile anlamlandırmaya çalışıyorum sözlerimi. Onların "Biz de insanız!" sözünü söyleyemeden bir kıyımın kucağına atılmalarına sitem ederek yazıyorum. Aciz sözlerime inat, onlara karşı bir vazife olarak yazıyorum.




Tarihin kanla yazılmış binlerce sayfasından birinde yazılı kalmış nice halktan biri onlar da. Tıpkı Suriye, Afganistan, Irak, Türkmenistan, Kırgızistan ve daha nice topraklarda bilinmeze doğru gidenler gibi onlarda...
Bilinmezin yolcuları onlar,yaşama hakları, sevme hakları, insan olma hakları ellerinden alınmış bir garip seyyahtırlar onlar. Bir ince sızı bırakıp yerkürenin üzerinde çekip giden duyulmaz feryattırlar onlar. 

Yaratıcının değil insanların kendi elleriyle kurdukları adaletsizliğin müebbet yemiş mahkumlarıdır onlar. Hiçbir yargınlanmaya, söz hakkına sahip olamadan üzerlerine kara kapıların kapandığı masumiyetin timsalidir onlar. 


O zaman sahipsiz kalmış olsalar da, son nefeslerini vermiş ve toprağın içinde asıl vatanlarını bulmuş olsalar da bizlerin onlara karşı vazifesi bitmiş değildir. Onların anılarına, onların bizlere söylemek istediğine inandığımız sözleri yazmaya vazifeliyiz diye düşünüyorum. Hatta onların arkasından onca seneye rağmen gözyaşı dökmeye de vazifeliyiz. Neden mi? Çünkü gözyaşı kalbi yumuşatır ve besler. Bir çınar gibi vicdanın yeşillenmesini sağlar. Onların en büyük inancı dünyada hala iyi insanların varlığına inanmaktı. O halde bizim vazifemizde onların inandığı iyi insanlardan olmak ve iyi insanların sayısını çoğaltmak değil mi? Eğer dünyadaki iyilerin sayısı daha fazla olsa idi onca acı yaşanır mıydı ve hala da yaşanmaya devam eder miydi?
Vazife ağırdır, herşeye hatta kendimize inat yolumuzu seçip iyinin ve doğrunun peşinden koşturmaktır ve yine bunu iyilikle güzellikle yapabilmektir. 
Vazife ağırdır, gözleri açık, dudakları susuzluktan çatlamış, göreceği günleri görememiş, hayallerine kavuşamamış, sevdiğinin bir gülüşünü doyasıya seyredememiş, vatanı, milleti için can vermiş sayısız şehitlerimizin, atalarımızın hikayelerine, anılarına ve mücadelelerine sahip çıkmaktır. Bütün keyfimize rağmen...

Bundan dolayıdır ki TRT'ye ve Büyük Sürgün Kafkasya dizini hazırlayan herkese teşekkür etmek istiyorum, bir bilinmez yolculuğun daha sesini duyurduğu için. Böylece sessiz sedasız zamanın içinden silinen insanların, geriye kalanlara söylemek istedikleri birkaç sözü iletmiş oldular. Gerçi söylenen onca söze, yüzlerce olaya, binlerce kıyıma rağmen vicdanımızı içimizde kopan yerine koyabildik mi?!




Not: Sözlerimin acizliğine aldırmadan okuyup, kafanızı iki elinizin arasına alıp düşünmenizi dilerim. Selametle...











22 Ağustos 2015 Cumartesi

Sınırlara Rağmen Yaşamak: Heiran Filmi



Kelimelerden değil duygulardan oluşan bir dilin varlığına inanır mısınız?


Yazımın her bir harfini birazdan bahsedeceğim filmin final müziği eşliğinde derin bir hissiyat içerisinde yazıyorum. Düşüncelerim, duygularımla çatışma halindeyken inanın yazmak hiç kolay değil. Müziğin eşliğinde hareket eden parmaklarım sanki klavyenin tuşlarına değil de bir piyanonun tuşlarına basıyor gibi narin ve ritmik davranıyor. Filmin müziği gibi kendisi de bir şiirin mısralarından dökülmüş görüntüler halinde insanı farklı bir dünyanın eşiğine götürüyor.
Film İran yapımı. İsmi Heiran. Başroldeki erkek karakterin ismi aynı zamanda. Kızın adı ise Mahi. Görüyorsunuz ya isimleri dahi bir şiirin parçası gibi. Yaşadıkları hayat ise bir şiirden, bir öyküden, bir romandan ibaret ya da bunların herhangi birisinden alıntı değil tam olarak yaşamın ta kendisi. Sınırlar içerisinde kurulmuş dünyamızın en acı gerçeklerinden birisi.
“Savaşta, aşk yaşamak cesaret ister.” demiştim kendi kendime bir süre önce bitirdiğim bir kitabın ardından. Bu filmi bitirince de aynı cümleyi kurdum yüreğimden, içimden. Sınırların, savaşların olduğu bir dünyada insan neye nasıl güvenip sevebilirdi ki, kalın duvarların ayırdığı topraklar üzerinde iki hayat nasıl bir olabilirdi ki?
Mahi İran’da yaşayan henüz okula giden küçük bir kızdır. Bir gün okuldan eve giderken otobüste bir çocuk ile göz göze gelir. O an sözcüklerle değil bakışlarla bir iletişim kurulmuştur iki insan arasında. Onlar için bu yeterli olmuştur. Sevmek için hayatını birbirine adamak için bu yeterlidir onlara. Çünkü onların gözleri ilk kez bir başkasının gözleriyle muhabbet etmiştir. Bu bizim gibi gözleri siyah lekelerle dolmuş insanların anlayabileceği bir şey değildir. Onların ikinci buluşmaları yine bu otobüste olmuştur ve yine sözcüklerle değil bu defa bir ekmek aracılığıyla konuşmuşlardır. Garip geliyor değil mi? Ama bu bile onları utandırıyor, mahcup ediyor. Bir ekmek onların sevgisinin şahidi ve simgesi oluyor. Bir ekmek kadar kutsal oluyor sevgileri, kirlenmiş ve anlamlarını yitirmiş sözcüklerin çok uzağında bir sevda çiçek misali büyüyor içlerinde.
Her şey bu kadar masalımsı iken kahramanlarımız kendilerini birden yeryüzünün acımasızlığı içerisinde buluyorlar. Bir Afgan mültecisi olan Heiran, İran’da kaçak bir şekilde çalışmanın gayretini veriyor ve ilk sınırları kaldırma mücadelesini filmde burada görüyoruz. İkinci mücadeleyi ise bu defa Mahi babasına karşı veriyor ve her şeyi göze alarak içinde ilk defa sevgisini büyüttüğü bir adamın peşinden gidiyor ve evleniyorlar. Bütün imkansızlıkların sınırlarını zorladığı bir yaşam içerisinde onlar birbirlerinin sevgisine sarılıyorlar ve “Sevgi karın doyurmaz!” sözüne inat yüzlerinden gülümseme, gözlerinden güneş gibi parlayan sevdaları eksik olmadan yaşamaya devam ediyorlar.
Ne var ki, dünya bütün kararlılığıyla onları ayırmaya yemin etmişçesine dört bir taraflarını kuşatıyor. Heiran, bir gün bütün zenginliği olan hamile eşini bıraktığı küçük masalımsı evlerine geri dönemiyor. Çünkü o, artık adına sınır denilen bir çizginin öteki yanındadır. Peki, böylesine güçlü bir sevgiye sahip insanlara gözlerimizle dahi göremediğimiz haritadaki çizgiden ibaret olan bir sınır engel olabilir mi?
Mahi, işte tam da bu sorunun cevabını almak üzere sınır denen yere gidiyor. Kucağında yeni doğan kızı. Tek derdi sevdiği adamı bulabilmek. Pasaportun dahi ne olduğunu bilmeyen bir masumiyet ile İran-Afganistan sınırında tüm dünyaya meydan okuyor. Görülmeyen sınırların altında yatan para, siyaset, politika, egemenlik, hükümdarlık, büyüklük, zenginlik, hırs gibi şeyler onun dünyasında yer almıyor. O sadece bütün hayatını bir bisikletin arkasında elinde çiçeği, uçuşan örtüsü, yüzündeki mutluluk, gönlündeki sevdayla önündeki adama tutunmak, ona sımsıkı sarılmak ve sevmek sadece sevmek istiyordu. Sizce çok şey miydi bu?
Alt yazısını bir türlü bulamadığım ve en sonunda merakıma yenik düşerek orijinal dili Farsça’yla izlediğim ve birkaç kelimesi dışında hiçbir kelimesini anlamadığım bu filmi izlediğimde Mahi ve Heiran’ın dertlerine, sevdalarına ortak olabildiysem, onları kalbimdeki ismini dahi bilmediğim bir lisanla anlayabildiysem o halde sınırlara gerek var mıdır diye düşünüyorum. O halde insan olmamız en büyük ortak özelliğimiz ise dillerimizin, milletlerimizin, dinlerimizin, düşüncelerimizin, paralarımızın, hırslarımızın oluşturduğu sınırlara ne kadar ya da ne için ihtiyacımız var? Ya da sadece bir sınır çizsek insanlığımız dışındaki tüm diğer özelliklerimizi sınır dışı etsek sonuç ne olurdu?
Biliyorum günümüzde on milyondan fazla insanın vatansız kaldığı, her yerinde feryatların koptuğu, çocukların öldüğü, babaların evlerine bir daha geri gelemediği, annelerin ağlamaktan başka çareleri kalmadığı, savaşın diri bir kalp bırakmadığı bir dünyada elbette ki bu soruları sormam çok manasız, haklısınız.
Selametle.

30 Temmuz 2015 Perşembe

Ehl-i Keşif Kervanı

Merhabalar efendim.
Yeni bir başlangıç mı yoksa sonunu getiremediğim bir başlangıcın devamını mı yaşıyorum sorusunun cevabını bilemediğim bir süreçte bir aralıkta hatta belki de araftayım. Bazı günler heyecanlı, aksiyoner, ümitli olduğum bazı günler de gözyaşlarımdan nefes alamayacak kadar ağlamak istediğim zamanlar içerisindeyim. İşte kendime duygusal olarak yaşattığım bu değişimler ruhumda hasarlara sebep olurken farklı ruhsal deneyimlere şahit oluyorum.
İnsan garip bir varlık! Görünümünün altında bambaşka özellikler barındıran ve keşfedilmeye açık bir varlık! Yaratılma sebebiyle yaratılış özelliklerinin birebir örtüştüğü bir varlık! Görünen maddesinin altında var olan metafizik özellikleriyle aslını yansıtan bir varlık! Ruhun ve bedenin eşsiz bir şekilde uyum sağlayabildiği bir varlık!
Bu medcezirli sürecimde öğrendim ki keşfedilmeye müsait olan insan aynı zamanda keşfetmek için de ruhu ve bedeninin ortaklığında müsait bir varlık. Küçük bir âlem olan insan büyük âlemi bilme arzusu içerisinde. Ve işte bu bilme arzusu karşılanan insan mutluluk basamağına ulaşıyor. Bilme arzusu karşılanan ruh yeniden yapılandırılıyor ve tazeleniyor. Böylece gün boyu çeşitli sebeplerden dolayı yorgun düşen beden de ruhun bu yenilenmesi sonucu direnç kazanıyor. Ruhunun bilme isteğini karşılayan insan ilim yolunda adım adım ilerliyor ve sonunda ilim toprağında büyüttüğü, kökleri semaya uzanan bir ümit içerisinde varlığının sebebini kavramanın hazzını yaşıyor. Bu devreden sonra da bu insan gözyaşını dahi ilimden aldığı kuvvetle yine ilim için akıtıyor.
İnsan kumaya, araştırmaya,keşfetmeye olan talebi oranında ruhunu kendi âlemine kavuşana dek bu âlemde genç ve temiz tutabiliyor.
İlmini arttırma uğruna yollarda düşe kalka yürüyen keşif ehline selâm eyler ve onların kervanına yetişebilmeyi ümid ederim. Vesselâm.

Bir okuyucumun yaptığı güzel yorumda yer alan Bediüzzaman Said Nursi'nin insanı anlatan o muhteşem ve kıymetdâr sözlerini asıl metne taşımak yazının faidesini arttıracağını düşündüğümden ekleme yapmayı uygun gördüm:

· İnsan şu kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi,
· Ve hakikat-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm cihetiyle çekirdek-i aslîsi,· Ve kâinat Kur'ân'ının âyet-i kübrası,· Ve İsm-i Âzamı taşıyan âyetü'l-kürsîsi,· Ve kâinat sarayının en mükerrem misafiri,· Ve o saraydaki sair sekenelerde tasarrufa mezun en faal memuru,· Ve kâinat şehrinin zemin mahallesinin bahçesinde ve tarlasında, varidat ve sarfiyatına ve zer' ve ekilmesine nezarete memur,· Ve yüzer fenler ve binler san'atlarla teçhiz edilmiş en gürültülü ve mes'uliyetli nâzırı,· Ve kâinat ülkesinin arz memleketinde, Padişah-ı Ezel ve Ebedin gayet dikkat altında bir müfettişi, bir nevi halife-i arzı,· Ve cüz'î ve küllî harekâtı kaydedilen bir mutasarrıfı,· Ve semâ ve arz ve cibâlin kaldırmasından çekindikleri emanet-i kübrâyı omuzuna alan,· Ve önüne iki acip yol açılan, bir yolda zîhayatın en bedbahtı ve diğerinde en bahtiyarı,· Çok geniş bir ubudiyetle mükellef bir abd-i küllî,· Ve Kâinat Sultanının İsm-i Âzamına mazhar ve bütün esmâsına en câmi bir aynası, ve hitabât-ı Sübhâniyesine ve konuşmalarına en anlayışlı bir muhatab-ı hassı,· Ve kâinatın zîhayatları içinde en ziyade ihtiyaçlısı,· Ve hadsiz fakrıyla ve acziyle beraber hadsiz maksatları ve arzuları ve nihayetsiz düşmanları ve onu inciten zararlı şeyleri bulunan bir biçare zîhayatı,· Ve istidatça en zengini,· Ve lezzet-i hayat cihetinde en müteellimi ve lezzetleri dehşetli elemlerle âlûde,· Ve bekaya en ziyade müştak ve muhtaç ve en çok lâyık ve müstehak ve devamı ve saadet-i ebediyeyi hadsiz dualarla isteyen ve yalvaran ve bütün dünya lezzetleri ona verilse, onun bekaya karşı arzusunu tatmin etmeyen,· Ve ona ihsanlar eden Zâtı perestiş derecesinde seven ve sevdiren ve sevilen çok hârika bir mu'cize-i kudret-i Samedâniye ve bir acûbe-i hilkat



** Yorum yaparsanız mutlu olurum 'Allah ilmini arttırsın.' diye dua ederseniz çok mutlu olurum :)

3 Haziran 2015 Çarşamba

"Mutluluk Nedir?" Sorusunun Cevabını Arayan Kızın Hikâyesi



Yine günlerden bir gün kızın yolu şehrin kalesine düşmüştü. Birkaç arkadaşının mezuniyet fotoğraflarını çekmişti. Ancak işi bittiğinde aşağı inmek istemedi. Bir an değil her zaman çoğunlukla istediği gibi yalnız kalıp kendinden dahi uzaklaşarak zihnini temiz havayla boşaltmak istemişti. Sahiden bulunduğu yerin havası ve doğası, manzarası bir harikaydı. 
Zamandan, mekandan uzaklaşmak istiyordu. Hatta bu arzusu onda farklı hayallere sebep oluyordu. Acaba sahiden dünyadan başka bir yerde başka şartlarda yaşanılabilir miydi? Ya da arada sırada atmosferin dışına kadar çıkıp biraz orada takılıp aşağı inse de olurdu yani. Kız bu imkansız düşüncelerinden dolayı kendine güldü hatta aptalca buldu. Hızını alamadı ardından kendine kızmaya başladı. Hayır yani derdin ne senin oturduğun şu toprağın değerini bilip mutlu olamadan istersen Mars'a git orada da mutsuz olursun sen, dedi. Sonra bu azarlamadan kız biraz utandı ve yaşadığı Dünya gezegenindeki yaşamı için teşekkür etti Yaratıcısı'na. Belki de, dedi, engel olan gözlerimdir. Perdelerin arkasını göremeyen gözlerimdir. Hakikati,mutluluğu görmeme engel olan gözlerimdir. Sonra hemen gözlerini kapadı. Kulağındaki müziği kapadı. Telefonunu kapadı.Ayakkabılarını çıkardı. Kitabını kucağına aldı. Ellerini açtı. Olduğu yerde çimlere doğru uzandı ve nazik dokunuşlarla onları hissetmeye başladı. Aynı anda başının üstünde ötüşen kuşların sesini dinlemeye başladı. Sırtını arkasındaki ağaca dayadı. Ağacın sert kabuğu üzerinde ellerini gezdirmeye başladı. Ağacın enerjisini belki ruhunu duymaya çalıştı. Sanki işe yarıyordu. Kuşları biraz daha dinlemeye devam etse dillerini çözecek gibiydi. Evet kesinlikle farklı bir şeyler oluyordu. Şimdi o hep bahsettiği Dünya'dan uzaklaşma hissiyatını yaşıyor gibiydi. Bir an başka bir gezegende olduğunu hissetti. Bu gezegenin adının Mavi Düşler Gezegeni olduğunu fısıldadı bir kuş kulağına. Sonunda başarmıştı. Gitmişti ve varmıştı. Artık kuşların ne söylediğini de anlayabiliyordu. Dudaklarını kıpırdatmadan kuşlara seslendi: Mutluluğun sırrı nedir?
Kuşlar hepsi birden sustular. Derin ve hiç bitmeyecek bir sessizlik oldu. Kız bir an korkmaya başladı. Acaba yanlış bir şey mi söylemişti?..
Kuşlar aniden uçuşmaya ve ötüşmeye başladı. Ama hepsi bir hareket içinde olduğu ve aynı anda ötüştükleri için kız ne dediklerini anlayamıyordu. Ardından kuş kalabalığının içinden beş tanesi kıza doğru yaklaşmaya başladılar. Kız endişelenmeye devam ediyordu. Beş kuş hızlıca çırptıkları kanatlarını, ayakları toprağa değince yavaşça yanlarında kapadılar. Kuşların içinden en ortada duran söze başladı:
-Biz Mavi Düşler Gezegeni'nin bilgeleriyiz. Grubun başkanı benim. Şimdi sırasıyla sana sorunun cevabını vereceğiz. Bu cevaplardan hangisinin doğru olduğuna sen karar vereceksin. Yani her zaman seçim sana ait olacak. Çünkü her canlı irade sahibi olarak yaratılmıştır. İradeni, aklını ve en önemlisi kalbini kullanarak aradığın cevabı sen bulacaksın, dedi. 
Bunun üzerine kız şaşkınlığını gizleyemeden heyecanlı bir şekilde kafasını sallamaya başladı. Böylece kuşların teklifini kabul etmiş oldu. 
Kuşlar sağ baştan başlayarak "Mutluluk nedir?" sorusuna cevap vermeye başladılar.
İlk kuş şöyle cevap verdi:
- Mutluluk; çalışmak, kazanmak ve kazandıklarını paylaşmaktır.
İkinci kuş:
- Mutluluk; karanlığın dışında olmak ve hep ışığı aramaktır.
Üçüncü kuş yani Başkan, sırasını dördüncü kuşa verdi ve o da şöyle cevapladı:
- Bütün üzüntüleri görmezden gelerek hep iyiyi ve güzeli düşlemektir.
Beşinci kuş:
- Mutluluk; aklın emirlerine uymaktır. 
Kız merakla bu kuşların başı olan ortadaki kuşun cevabını bekliyordu. Ortadaki kuş bir adım öne gelip ve gözlerini kızın gözlerine yaklaştırarak;
- Ey hakikatin peşine düşmüş meraklı kızım! Mutluluk; hayatı olduğu gibi kabul etmek, ağır işlerine razı olmak ve hayattaki bu zorluklara ve acılara karşın her tarafa iyiliği yaymaya çalışmaktır. Mutluluk; bir çift gözden akan yaşı silebilmek, yerine tebessümü yerleştirmektir, dedi. 
Kız bu sözler üzerine yüzünde oluşan tebessümle ağlamaya başladı. Yukarıda uçuşan kuşların her birinin gözlerinden akan yaşlar yağmur haline gelip kızı ıslatmaya başladı. Kız ayağa kalktı ve ortadaki kuşun boynuna sarılarak teşekkür etti. Kız artık aradığı cevabı bulmuştu. Mutlulukla gözyaşı yağmuru altında tüm kuşlarla beraber şarkılar söyleyip dans etmeye başladı. Kızın yüzündeki tebessüm gülücüklere ve kahkahalara dönüşmüştü. Mutluluktan aldığı enerjiyle yüzünü yukarı çevirip dönmeye başladı. Döndü, döndü, döndü... ve bir anda gözlerini açtı. 
Şaşkınlık içinde etrafına baktı,kendisini şehrin kalesinde seçtiği ağacın altında otururken buldu. Acaba yaşadığım tüm o olaylar rüya mıydı?, diye düşünürken yukarı baktı ve yanağının üzerine bir yağmur damlası düştü. O anda kız gerçeği anlayarak ve gülümseyerek hızlanan yağmurun altında dans etmeye başladı.

SON


30 Mayıs 2015 Cumartesi

Hayatımıza Harflerden Düşen Arkadaşlar




Herkese selam. İlk yazımı ne üzerine yazacağım hakkında çok kafa patlattım dersem doğrusu pek gerçekçi olmam. Final haftasının verdiği sıkıcılıktan ve baharın gelmesinden dolayı içimdeki eğlenme duygusunun bir sonucu olarak film izlemeye karar verdim. Yalnız eğlenme anlayışıma bayıldım doğrusu. Bir arkadaşımdan birkaç film almıştım ve onlardan birini açıp izlemeye başladım. Filmin adı Ruby Sparks. Doğrusu sadece görüntülerine kısaca bir göz attıktan sonra izlemeye karar vermiştim. Çünkü filmdeki renkler ruhuma iyi gelmişti.
Benim için her film izleme anı bir serüvendir. Filmlerde beğendiğim karakterlerden geçici bir süreliğine bir şeyler çalmakta da üzerime yoktur. Yani en azından onlardan çaldıklarımla hayal dünyamın odalarına yeni ürünler yerleştiriyorum. Yine birşeyler çalabildiğim bu filmin konusuna gelecek olursak şöyle ki:
Birkaç sene önce yazdığı romanıyla ün kazanmış olan Calvin yeniden bir roman yazmaya çalışır. Ancak bu defa yazacak bir şeyler pek bulamaz. Doğrusu bulduklarını beğenmez, bunları kim okur, kimin ilgisini çeker ki der. Yani bir yazarın bence düşeceği en büyük hataya düşer: Okunma kaygısı. Okuru merkeze alsın yazarlarımız evet ama beğenilme kaygısı duymasınlar bence. Çünkü bu kaygı özgün düşüncelerin katlini gerçekleştiriyor. Böylece yazar yazmak istediğini değil, bazı kesimlerin okumak istediğini yazıyor. Bunun sonucunda da birbirine benzer hikayeler ortaya çıkıyor. Her neyse Calvin’de bu düşünceler içerisinde düzenli olarak gittiği terapistine gitmiş ve ona durumu anlatmıştır. Aynı zamanda şunu da belirtelim ki Calvin’in tek sorunu yazamama değildir. Kendini toplumdan soyutlamış ve asosyal bir hayat sürmektedir. Tek görüştüğü kişi abisidir. Calvin’in terapisti yazmasını ister. Yazdıklarını sadece kendisinin okuyacağını istediği kadar berbat yazabileceğini söyler. Böylece Calvin’in beğenilmeye çalışma sorununun önüne geçmeye çalışır. Terapisti, üstüne basa basa özellikle berbat yazmasını ister. Hadi ama itiraf edelim ki bu korku hepimizde var. Hem de yaptığımız her işte beğenilmeye çalışmıyor muyuz? Sabah giyinirken beni nasıl beğenirler kaygısıyla giyinip bundan dolayı da uzun bir zaman sonra hazır olmuyor muyuz? Yani Calvin’in romanının gecikmesi ile bizlerin gitmemiz gereken yerlere gecikmemiz aynı sebepten dolayı olmuyor mu? Bunu bir düşünün.


Terapistinin desteğiyle Calvin hayal etmeye başlar ve bir gün rüyasında bir kız görür. Tam hayallerindeki gibidir. Rüyasındaki bu kızı Calvin,daktilosunun tuşlarıyla harf harf kağıdın üzerine çizer. Ona bir doğum hikayesi verir, bir karakter biçer. Yara izlerinden, yeteneklerine kadar her şeyi kağıt üzerinde somutlaştırır. Zamanla Calvin, harflerle resmini çizdiği kıza aşık olmaya başlar. Daktilosunun başına geçmek bu tahayyül ettiği kızla buluşma anları gibi olmuştur. Kendi deyimiyle gece yatmadan önce daktilosunun başına geçeceği anı hayal ederek uykuya dalar. Bir gün bu tahayyül ettiği karakter olan Ruby gerçek olur.


Bir anda Calvin’in evinde belirir. Tabi bu kısmı okuyunca ‘Yok artık, ne kadar saçma!’ diyebilirsiniz. Ama bırakın da lütfen biraz saçmalayalım. Hem saçmalıklardan daha özgün sonuçlar çıkıyor. Dosdoğru olduklarını sananların ulaştıkları sonuçlardan çok daha iyi hem de. Calvin’de zaten inanamaz, delirdiğini sanır ama durum ortadadır. Ruby, Calvin’in hayatında bir aşk sihri ile ortaya çıkmıştır. Öylesine gökten düşmüş gibidir. Hayatımızda güzel dediğimiz, kalbimizi çarpıtan şeyler bir anda olmaz mı zaten? Nereden, nasıl geldiğini anlamadan gelmiştir hayatımıza. Sonrasında bizde ondan önceki hayatımızı hatırlamayacak kadar unutkanlaşmaz mıyız? Aslında hepimizin buna ihtiyacı yok mudur? ‘Gelse yanıma ve ben ondan önceki zamanı unutsam, anım ve geleceğim ondan ibaret olsa, arkama attığım zamanların hepsinin içinde o, olsa!’ deriz bence yani diyoruzdur, demişizdir. Belki de hala beklemelerdeyizdir… Aşkın, monotonlaşmış insan dünyasında bir sihir olduğuna inanıp beklemelerde kalalım bakalım, belki bir gün biri de bizi yazar kader defterine!

Ruby, Calvin’in yaşamına sıcaktan uyuşulmuş bir günün ardından bir yağmur serinliği gibi gelmiştir. Ama herşeyi kontrol etmeye çalışan insan doğası gereği Calvin, Ruby’nin sevmediği özelliklerini silahı haline gelmiş daktilosunu kullanarak değiştirmeye çalışmıştır. 


Ama her seferinde olumsuz sonuçlarla karşılaşmıştır. Sonunda duygu ve düşünceleriyle oynanan Ruby, kriz geçirir ve ayarlarıyla sürekli oynanan bir oyuncak gibi hata vermeye başlar. Bu da bize gösteriyor ki insan doğası kendine özgüdür ve o hiçbir şekilde dışarıdan gelen bir müdahaleyi kabul etmez. Bu durumda karşımızdaki insanları olduğu gibi kabullenmek gerekmektedir. Belki de Calvin, Ruby’i yeniden yazmak yerine onunla konuşmayı deneseydi herşey daha başka olabilirdi.Sonunda Calvin’e seçebileceği tek bir tercih kalmıştı...


Burada filmi bitiriyorum zaten neredeyse herşeyi anlattım. Bunu bana başkası yapsa çok sinir olurdum inanın. Son olarak şunu söylemek istiyorum. Yazılan her roman, hikaye, şiir vs. içindeki karakter aslında dünyaya yazılar aracılığıyla kazandırılmış bir insandır. Belki birçoğumuzun hayatına harfler vasıtasıyla girmiş karakterler vardır. Biz onları kendimize arkadaş, dost edinmişizdir. Bundan dolayı demem o ki iyi ki yazarlar var, iyi ki bu karakterleri, olayları yazmışlar ve çevremizde bulamadığımız insanları kitapların içinde bulmamızı sağlamışlar. Sayfa aralarında harflerin suretinde can bulmuş dostlarımıza selam olsun!

Rica: Yorum yapmanızı çok isterdim doğrusu!

Bir Film Tavsiyesi: Midnight in Paris

Merhaba herkese.  Az önce son sahnesiyle birlikte hayatımın en güzel filmlerinden birini izlediğime karar verdim. Bu eşsiz keşiften...